Düdüklü Tencere ( Öykü )

Alacakaranlık’, yok hayır ya ‘zifiri karanlık’ daha iyi sanki. Ama o zaman da şu anda belli belirsiz görebildiğimiz şeyleri hiç görmememiz gerekiyordu. Oysa ki şöyle böyle tavanda asılı duran avizeyi farkedebiliyordu ya. O zaman zifiri karanlık olamazdı. Fakat ‘alacakaranlık’ yine de olmaz; yok, olmuyor çünkü. Hem hatırladığı kadarıyla günün akşama dönmeye başlayan zamanı için kullanılan bir kelimeydi o. Hem ‘alacakaranlık’ insana içten içe bir tür ürperti duygusu veriyordu sonra. Yani hayır, kesinlikle bu o kelime değildi. Uzun ve soğuk bir kış gecesiydi. Karanlık odada sereserpe serilen yer yataklarının birinde yatıyordu. Odanın karanlığa gömülmüş birbirine uzak olmayan yerlerinde hafifçe duyulan uyku fışırtıları geliyordu. Bu seslerde uykunun getirdiği huzurlu bir melodiden çok insana darlama veren bir tür yük vardı. Her nefes verişinde ağzından çıkan buhara bakılacak olursa içeriside bir o kadar soğuk olmalıydı. Yattığı yer yatağındaki yorganı kafasına kadar çekti. Hemen yanı başında küçük kızı yatıyordu. Bir müddet kızın masum yüzüne hayranlıkla baktı. Mışıl mışıl uyuyan küçük, iki elini iç içe geçirip yüzünün altına koyunca babasını gözlerindeki ışıltı daha da parladı. Yüreğindeki sevginin coşkunca kabararak taştığını hissedebiliyordu. Ama dikkatlice baktığında kızının ağzından çıkan soğuk buharı görünce içi cız etti. Sol elinin terkisiyle kızının buz tutmuş yanağına dokundu. ‘Baban senin gibi güzel bir meleği haketmiyor yavrum’ diye mırıldandı. Dikkatli bir şekilde kızının açtığı yorganı yeniden üzerine kapadı ve alnına küçük bir öpücük kondurdu. Hem böylece kızın ısınmaya başladığını duyumsamak istiyordu. Siyah kadranlarını göremediği duvardaki saatin tiktakları huzursuzca tavana bakınan adamın vicdan muhasebesine inleyen bir örs gibi iniyordu. Son yıllarda ailesinin başına gelen bu musibetlerin en büyük sebebini kendinden biliyordu. Bunu her fırsatta başına kalkan karısından değil, ta içinden gelen o meşhur hissiyatıyla sezinliyordu.Her şeylere rağmen sımsıkı sarıldığı yeteneğine ve zor günlerin insana sunduğuna inandığı o talihe inanmak arzusu feri sönmüş dermansız bir biçareliğe bürünmüştü. Derin bir nefes alıp bıraktı. Ağzından çıkan koca bir duman kütlesi gecenin karanlığında kayboldu. ‘Ne o uyuyamıyor musun?’ Seslenen karısıydı. Boğazındaki gıcığı temizledi. Çocukların uyanmaması için fısıltı ile cevap verdi. ‘Niye bilmem biraz uykum kaçtı.’ ‘Niye bilmem diyorsun ki?’ diyen karısının ne demek istediğini biliyordu, cevap vermedi. Ama karısı konuşmaya devam etti. ‘Yani ne olacak bizim bu durumumuz. Çol çocuk şu kış gününde çektiğimiz perişanlığa bak.’ Adam tavandaki dörtlü ampulü olan avizeyi yeniden bir şeylere benzetmeye denedi. Şimdi ne hikmetse gözüne daha belirgin görünmeye başlamışlardı. Kocasından cevap gelmeyince karısının hiddet kokan sesi yeniden duyuldu. ‘Yani ben anlayamıyorum. Ya sen adam değil misin? Yani tamam başa gelen çekilir. Ne gelirse de Allah’tan gelir ama ya sen adam değil misin, sen baba değil misin?’ Adam sesi gittikçe yükselen karısına engel olmak için kırık bir sesle cevap verdi. ‘ Ya bunun babalıkla, adamlıkla ne alakası var?’. ‘Var var… Ah hem de nasıl var. Ya bu ne demek? Yani ne demek faturaları ödeyememek demek ya! Oraya kadar düştük mü biz?’ Karısı aynen kocası gibi yeniden sessiz konuşmaya başlamıştı. Ama kadının ağzından çıkan her kelime adamın yüreğine bir kazık gibi saplanmaya devam ediyordu. Adam,dolmasına engel olamadığı gözlerini inatla tavandaki avizeye dikmişti. Sanki onu bir an önce bir şeylere benzetmiş olsa ve bunu doğru kelimelerle ifade edecek olsa her şey yeniden düzelecekti. Her şey bu benzetmeye; bu edebiyat olayına bağlıymışçasına tüm dikkatini yeniden avizeye verdi. Karanlıkta yarım yamalak görünen objeler küçük hayal gücü oyunu ile bambaşka şeylere benzetilebiliyordu. Ve seçkin bir edebiyat ürünün asıl sırrı da tam olarak buydu. Eğer kendisi bu sırra erişebilirse işte o zaman iyi bir öykü yazarı olmasının önünde hiçbir bir engel kalmayacaktı. Hayranı olduğu adı ilelebet yaşayacak olan büyük yazarlarda aynı şeyleri yapmamışlar mıydı? Karısının karanlıkta ki yaralı bir yılan gibi devam eden tıslamaları adamı boğuyor; nefesini kesiyordu. Gözlerini tavandan ayırmadan sessizce dinliyordu. Sahi bu lanet avize neye benziyordu ki böyle! ‘Yani ne yapalım, olan oldu işte. Hayatta var böyle şeyler. Hiç kimse istemez bunu. Ama sen çocuklarının babasısın. Beni düşünmüyorsan çocuklarını düşün be adam! Kaç zaman daha bekleyeceksin bu şekilde. Olmuyor işte; olmayacakta! Senden iyi bir yazar o-l-m-a-z. Bak neler söyletiyor bana… Ne yazarlığı be adam. Adam gibi bir iş bulacaksın anlıyor musun beni? Tamam de tamam!’ Bu sorunun sadece bir tek cevabı olduğunu biliyordu. Çocuklar karanlık içindeki yerlerinde huzursuzca kıpırdandı. İçinden bir ses çocuklarının uyanık olduklarını ve tüm konuşmaları duyduğunu söylüyordu. ‘Cevap ver hadi!’ karısının sesi haklı ve mağdur olduğu düşüncesiyle her zamankinden daha gür çıkıyordu. Adam iyiden iyiye belirginleşmeye başlayan tavana bir daha baktı. Hafifçe yerinden doğruldu. Sırtını hemen arkasındaki kanepeye dayadı. Karısı oturmuş gergin bir yüz ifadesiyle kendisine bakıyordu. Karanlık dağılmış gün ağarmıştı. Kadının medet umarcasına patlamaya hazır gözlerine bir daha baktı. Her nedense karısına bakar bakmaz onu düdüklü tencereye benzetti. Parmaklarını usulca kendisine boncuk boncuk bakan kızının yanağına götürüp yokladı. Kızının yüzü soğuktu. İçi cız etti. Gülümsemeye çalışarak kızına baktı. Hafifçe yutkundu. Yavaşça başını aşağı yukarı sallayarak usulca ‘tamam’ dedi.

Güneşin Karanlığında (Bilim Kurgu)

Belki de tüm bu olanların müsebbibi her şeyin en iyisini ve çok daha fazlasını hak ettiğimizi söyleyen renkli dev reklam panoları idi. Yüksek pikselli tvler, petrol
rezervlerinin azaldığı haberlerine karşın yüksek motor hacmine sahip ultra lüx
otomobiller, tabiatın göğsüne uzunca saplanan hançer edası ile yükselen gökdelenler
ve nihayet tüm bu şatafat ve zenginliği elinde tutmak için hıncahınç silahlanan
ülkeler.
Sistem tüketimden yanaydı ve tüketen insansa; tükenen ise kaynaklar ve
nihayetinde dünya idi.
Buna çözüm bulmak hiç şüphesiz bilim adamlarına düşüyordu.İlk yıllarda güneş
enerjisi ile yapılan cılız deney sonuçları çok da dikkat çekmedi.Belki de yüksekçe
ödenen ar-ge bütçelerinin de katkısı ile beklenenden çok kısa zamanda önemli bir
keşfin duyurusu yapıldı.
Yapılan analizler neticesinde güneşin dışarıdan hiçbir müdahale olmaksızın kendi
kendine yenilenebilen izotop enerjisi özelliği keşfedilmişti.Beyaz önlükleri ve
soğukkanlılıkları ile tanınan bilim insanlarının heyecan ve gururları her hallerinden
belli oluyordu.Özellikle araştırma ekip başkanı yaşlı profesörün “milyonların
ölmesine veya zor durumda kalmasına sebep olan enerji için yapılan mücadele
ve savaşların bundan sonra dünyanın kaderinden silindiğinin bilinmesi
gerekir.Bu enerji kıyamete değin tüm insanların hizmetini görecek kapasitedir”
açıklaması büyük toplantı salonunu dolduran kalabalık tarafından ayakta
alkışlanmıştı.

Güneş moleküllerini yoğunlaştırıp bir haznede toplayan odak tüpleri bu işin
merkezindeydi.Ozona yerleştirilen dev güneş panelleri ile hazır hale getiriliyor ve
otomatik kapsüller aracılığı ile dünyaya ulaştırılıyordu.Güneş panelleri temelde klasik
uydulara benziyordu.Enerjisini güneşten alan ve oldukça hafif materyallerden yapılan
bu uydular odak tüplerini işlenmesi için dünyaya gönderen bir merkezdi.Peşi sıra
gönderilen kapsüller,paneller ve yeryüzü arasında ki bağlantıyı sağlarken insanlar
sınırsız güçteki bu enerjiyi sonuna kadar kullanmaya başlamıştı bile.
Ucuz,hızlı,güçlü ve yan etkisi olmayan bu enerjinin insanların bitmek bilmez
enerjiye sahip olma hırsına gem vurması bekleniyordu.Ama öyle olmadı.Daha çok,
daha fazla yoğunlaştırılmış güneş moleküllü enerji izotopuna sahip olmak isteyen
devletlerin sayısı hiçte az değildi.Böylece her gün uzaya panel göndermeye devam
ettiler.
Önce uzayda birbirine oldukça yakın hareket eden panellerin ufak kazaları
ajanslara düştü.Ciddi kazalar değildi bunlar.Ama kırılan ya da darbe alan yansıtıcılar
artık hiçbir işe yaramıyordu.En fazla havada salınan koca bir çöpe dönüşüyordu.Bu
kazaların ilerleyen zamanlarda daha sık ve daha şiddetli olması sabotaj iddialarını
gündeme getirdi.Birleşmiş Milletlerde uzun ve şiddetli tartışmalardan sonra “konum
parsel” kavramı ile her ülkenin ozonda sahip oldukları alanlar belirlendi.

Büyük ve güçlü devletler gelişmelerden oldukça memnundu. Belki tam
anlamıyla bir tekel oluşturamamışlardı. Fakat teknolojik altyapısı yetersiz olan; geri
kalmış ülkelerin alanlarına sınırlı sayıda odak tüpü verme karşılığında el koydular.
Gelişmekte olan ülkeler bu durumdan hiçte hoşnut olmuşa benzemiyorlardı.

Sabotaj iddiaları gündemden hiç düşmedi. Ardı arkasına yaşanan panel
kazaları uzayı bir çöplüğe çevirdi. Ozona girip özellikle büyük kentlere düşen devasa
çöp parçalarından sonra insanların yeni sorun ve soruları ortaya çıktı.
Sınırsız enerjinin getirdiği güç kendini en çok büyük devletlerde
gösteriyordu.Gökyüzünden kontrol dışı kentlerine düşen parçaları durdurmak
istiyorlardı.Aynı zaman da uzay teknolojileri devriminin her an daha belirgin yaşandığı
tehlikeleri engellemek için özellikle gökyüzünden gelecek tehditler için tedbir
alıyorlardı.Ayrıca Bir zamanlar hayal olarak dillendirilen iklimlendirme teknolojilerini
bizzat yaşamak için dev gökyüzü kapanları inşa edilmeye başlandı.
iletişim uyduları ve odak tüpü taşıyan kapsüller dahil enerji akışı için izin verilen
geçitler haricinde gökyüzü baştan sona kapanmaya ve yüzde yüz kontrole girmeye
başladı.Seyahatler için kullanılan hızlı trenler ülkeler arasında da ulaşımda en önemli
taşıma aracı görevi üstlendiler.Böylece kontrol ve güvenlik daha net sağlanabiliyordu.
İnsanlar değişikliklere beklenilenden çabuk uyum sağlamıştı.Anarşiye varan
eylemleri ile yapılan gelişmelere “dur” diyen kesim ve kısmen tedirgin olanlar
haricinde halkın büyük kısmı her değişikliği onaylayıp,destek oluyordu.
Sınırsız ve ucuz enerji sayesinde yapılan devasa yatırımlar; devletin atılımlarına
destek olan çok büyük ve fanatik bir kitle oluşturmuştu.Yaşanılanlar daha önce hiçbir
devirde yaşanılmamıştı ve bu yüzden her şeyi anlamak zorunda değillerdi.Sadece
güveniyorlar ve uyum sağlayıp tadını çıkarıyorlardı.
Aradan geçen yıllarda yenilenebilen güneş enerjisi ile bitki yetiştiriciliğinden,
inşaat sektörüne ve akla gelebilecek her konuda güneş temelli yeni yeni şeyler
keşfettiler.Özellikle silah sanayiinde buldukları şeyler eski sistem silahları gözden
düşürmüştü.Geniş çaplı çok etkili silahlara sahip olmak tam bir güç gösterisi haline
gelmişti.Öte yandan bilim insanları yenilenebilir güneş enerjisinin belli bir ömrü olup
olmadığı sorusuna cevap arıyorlardı.Elde ki veriler ışığında olumsuz herhangi bir
bulguya rastlanmamıştı.
Ambargo,yasaklı ülkeler ve konum parsel ile istediği enerjiyi alamayan ülkelerin
hoşnutsuzluğu hergeçen gün artıyordu.Alınan tedbir,yapılan anlaşmlara karşın
sabotaj ve saldırıya uğrayan güneş panellerinin enkazları kötü bir manazara ve tehdit
oluşturuyordu.
Gökyüzü kapanı ile istedikleri iklim ve gündüz gece metaforunu yaşayan büyük
devletler Birleşmiş Milletler nezdinde zor durumda kalmışlardı.Açılan soruşturma ve
davalar onların aleyhine olan gelişmelerdi.Güneş belli bir kesimin değil herkesin aynı
oranda faydalanabileceği bir enerji kaynağı idi.Yeni yasaların daha adil olma durumu
söz konusu idi ve bu dünya nezdinde beklenenden daha öte bir gerilime sebep
olmuştu.

…“Bakın doktor size sorduğum soruyu tekrar ediyorum. Elimizde yeterince
yenilenebilir güneş izotopları ile ülke olarak ne kadar idare edebiliriz.” Kalabalık
büyük bir masa da takım elbiseli ve askeri kıyafetli bir kalabalığın önünde suçlu bir
çocuk edası ile ayakta duran yaşlı profesör:
“Bunun böyle olmaması gerekiyordu. Daha yaşanılır bir dünya içindi bu kadar
çalışma. Lütfen efendim buna bir son verin”.
Abus çehresi ile yüzünde hiçbir ifade değiştirmeyen yetkili kişi sorusunu daha soğuk
bir ifade ile üstüne basa basa, kelimeleri eze eze yineledi. Bunun üzerine taşıdığı
yükün farkında olduğunu gösterircesine bacakları titreyen profesör:
“Elimizde ki son veri ve bulgulara göre mevcut enerji bize ölçülemez miktarda sonsuza yakın değerlere sahip düzeyde. Enerji konusunda ülke olarak herhangi bir sıkıntı yaşamayacağız. Ama
efendim düzenin sekteye uğraması varolan dengenin bozulması her zaman öngörülemeyen bazı…” .
“Tamam profesör nu kadarı bizim için yeterli. Yaptığınız çalışmalardan ötürü teşekkür ediyorum. Bundan sonra izinlisiniz. Dinlenebilirsiniz”..
Ülke içinde ki dev reklam panoları artık çokça devlet büyüğünün konuşmasına
ayrılıyordu. Başka bir şanslarının olmadığı sözleri ile her yer yankılanıyordu. Kendileri
gibi medeniyetin temsilcileri, bazı ülkelerin ayak oyunları ile hak ettiği gelişmişlik
düzeyinin altında kalmaya asla göz yummayacaklarını söylüyordu. Birleşmiş
Milletlerde aleyhte çıkan hiçbir kararı tanımadıklarını ve uluslarının kaderini
ilgilendiren böylesi bir durumda miskince beklemeyeceklerini haykırıyordu. Sesinin
ulaştığı pek çok kimse çılgıncasına millî ve hamasî duygularla yaşaran gözleri ile canlarını mallarını feda edeceğini haykırıyordu.
Neredeyse her ekran ve her gazetede bundan başka seçeneğin olmadığına dair
makâle, haber ve istatistikler boy boy yayınlanıyordu. Birkaç cılız çıkan muhalif sese
ise ülkelerinin gelişmesine engel olan hainler olarak bakılıyordu. Halk çoktan
devletlerinin yanında yer almış, sonuna kadar arkalarında olduğuna dair destek
mesajları veriyorlardı. Tv ve internet mecralarında türeyen sözde uzmanlar güneşin artık gezegenleri için bir ihtiyaç olmadığını bilirkişi edâsı ile anlatıyorlardı.


Beklenen gün nihayet geldi. Güneş roketleri, ülke renkli flama ve bayraklı
yurttaşlar eşliğinde uzaya fırlatıldı. Ne buna engel olmaya çalışan işin yanlışlığına
vurgu yapan muhalif kesimin gücü yetmişti. Ne de dünyanın yarısından çok fazlasını
oluşturmasına karşın buna engel olamayan ülkeler kaygılı gözlerle ışın hızında
menziline giden binlerce ışık huzmesine kaygılı gözlerle bakıyorlardı. Büyük
devletlerin 8 tanesinden saatlerce fırlatılan yeni nesil roketler izleyenlerine tufan operasyonu adı ile anılan görsel bir seyirlik ziyafet sunuyordu. Gökyüzlerini kapsayan kapanlarla hemen kapanıp az bulutlu parlak bir hava simülasyonu ile yurttaşlara hiçbir şeyin değişmeyeceği izlenimini ilk dakikadan itibaren vermeye başladılar. hoş zaten çok zamandır kafasını ekranların parlak ışığından alıpta yukarıya bakan kimsede hemen hemen kalmamıştı.


Binlerce güneş roketi hızla yollarına giderken önlerine çıkan güneş panellerini ve
iletişim uydularının bir kısmına çarpıp büyük alev toplarının oluşmasına sebep
oldu. Diğer kalan güneşe dayanıklı metal alaşımlarla güçlendirilen uzay teknolojisi ile
üretilen roketler gelebildikleri en yakın yere kadar yaklaştılar. Ayarlandığı gibi hiçbir
metalin dayanamayacağı sıcaklık eşiğine gelindiğinde haznesinde bulunan izotom
enerjsini yok etmek amaçlı güneşe ışınladılar.

Tüm olup biteni kaygılı gözlerle izleyen dünyada hiçbir veri alınamıyordu. Sonuç
olarak sadece güneşin tekrar doğup doğmayacağı merakla bekleniyordu.ve nihayet
öteki gün yeniden güneş doğunca insanların ekserisi büyük zafer naraları ile
mutluluklarını haykırdılar.”kahrolsun küresel hegamonya,yaşasın güneş yaşasın
dünya” sloganını tam bir zafer neşvesi ile hiç yorulmamacasına her yanda
dillendiriyordu.Diğer tarafta ise sınırlarını sıkı güvenlik önlemleri ile kapatan ülkelerde
ise sessizlik hakimdi.
İlerleyen birkaç gün sonra güneşte dev patlamalar oluşmaya başladığı bilgisi
ulaştı..Sonra uzaydan güneş enerjisi ile çalışan uydu ve güneş panelleri teker teker
yerçekimi ile yeryüzüne düşmeye başladı.Ve işte oluyordu.Gökyüzü simülasyonuna
sahip kapanları ile hiçbir şey hissetmeyen ülkelerin aksine dışarıda kalan insanlar
jeotermal enerji kaynaklarının olduğu alanlara hızla ve korku ile ulaşmaya çalışıyor
ama ne yazık ki çoğu bunda başarılı olamıyordu.Her geçen gün güneşin zayıflayan
etkisi; ateş rüzgarları ile anılan sıcak senelerin ardından yeryüzünü hızla soğuyan bir
yer haline getirmeye başlıyordu.
Gelişmekte olan ve var olan enerji dengesinde ibreyi kendinden yana çekmeye
çalışan ülkeler yardım talep ettikleri 8 ülkeden dişe dokunur olumlu bir yanıt
alamadılar. Dünyanın hiçbir devrinde görülmeyen ve bir daha da asla görülmeyecek
daha sonra güneş savaşları olarak anılacak harp yılları başladı.Bu tam bir ölüm kalım
savaşı idi ve beklenenden öte aylarca sürdü.Güvenli alanın dışında kalan ya da
yenilenebilir enerjisi kendine yetmeyeceğini düşünen ülkeler mağlup düşmüş,anarşi
buralarda kol gezer olmuştu.
8 büyük ülkeden 3 tanesi düşmüş bir zamanların dev reklam figürleri ile dolu
cadde,sokak ve kentleri tam bir harabe ve mavi toz dedikleri buzlanmaya başlayan
sert toprak ile kaplanmıştı.İnsanlar asayişin kaybolduğu bu devirde yağmacılık
yapıyorlar ya da güvenli saydıkları yerlere biçare bir şekilde ulaşmaya çalışıyorlardı.
Güneş tamamen yok olmasa da gitgide yavaşlayan hızı ve enerjisi ile ölmeye yüz
tutmuş sonunu bekleyen ihtiyar bir adamı andırıyordu.
Dışarıda manzara bu iken dev kapan ve etrafı kara düzen mayınlarla
çerçevelenmiş bu 5 ülkede de işler sanıldığı kadar iyi gitmiyordu.Dünyanın aksine
güneşin çekirdeğinin küre şeklinde buzuldan oluşması yaşlı profesörün çözemediği
ama tahmin ettiği tezini doğruluyordu.
Dünyanın çekirdeği yüksek yoğunluklu ateş depolanan güneş izotomlarına iyi
gelmiyor ve hiç beklenmedik şekilde etkilerini beklenilenden çok aşağı
çekiyordu.Enerji yenilenmesinin bitmesi üzerine sayıları artan muhalif kesim ile ciddi
bir iç savaş başladı.Seneler süren savaşlar sonunda muhalifler beklendiği gibi devleti
ele geçirdiler.ilk iş olarak alternatif enerji kaynaklarını araştırmaya başladılar.Uzun
zamandan bu yana aranmayan benzin rafineleri için girişimlerden çok da esaslı bir
sonuç çıkmadı.Ama bu onların aklına yeni bir fikir getirdi.Yeryüzünden yer altına inşa
edecekleri mütevazi yaşam alanları oluşturup orada kalacaklardı.Bilmedikleri bir
zamana kadar orada yaşamaya böylece sınırlı kalan enerjileri ile hayatta kalmaya
devam edeceklerdi.

Çünkü yenilenebilen enerji ana fikirli yaşam stilleri onlara çok pahalıya malolmuş
dışarıda sebep oldukları insanlar kadar olmasa da onlarda bir hayli bedel
ödemişlerdi. Seneler süren hummalı çalışmalar nihayet son buldu.Kapanı tutan son
odak tüpüne ramak kala istedikleri kadar olmasa da toplumun belli bir kesminin
yaşamasına yetecek kadar mekanlar oluşturuldu.İki küçük oda ya da tek odalı
evlerden oluşuyordu.Sadece devlet kanalını çeken, karasal yayınla çalışan tv ve çok
az eşyanın yer aldığı ünitelerdi bunlar.
Var olan enerji ile zar zor ayakta kalan panel varolan enerjinin tükenmesi ile
büyük paslı bir gürültü ile açılmaya başladı.dışarda kalan insanlar korku dolu gözlerle
yıllardır görmedikleri gökyüzüne bakıyorlardı.Savaş nesli dedikleri yaşlı insanlar
geçmiş günlerinde destek oldukları yanlıştan, sebep oldukları bu durumun bir parçası
olmalarından ötürü vicdan azabından gözyaşı döküyorlardı. Kapanın açılarak
simsiyah görünen tek tük sönük yıldızlara bakıyorlardı.Bu onların eseri idi.
Ve işte dünya tekrar başa döndü.Buzulların her yanı kapladığı iletişim ve ulaşımın
bittiği savaş yorgunu nesil mağaraları andırır yaşam ünitelerinde yaşıyordu.İletişim ve
ulaşımın son bulduğu temel ihtiyaçların bile karşılanamadığı kolonilerde devlet kanalı
tek iletişim kaynakları olarak kaldı.İnsanlarının morallerinin bozulmaması ve
durumlarının çok da kötü olmadığını göstermek için diğer ülkelerden ve dışarıdan
kırık dökük kötü haberleri abartıp ballandırarak olumsuz bir şekilde sunuyorlardı.
Başka koloni ve güçlü sayılan devletlerin düştüğü ekonomik sıkıntıları alaycı bir
keyfle nasıl bir lokma ekmeğe muhtaç olduğunu ballandıra ballandıra anlatıyorlarmış.
Hızla yayılan inek gribi ile düşman toplumların nasılda layığını bulduğunu ciddi
görünümlü laubali spikerlerden dinleyip sistem üzerinde bulundukları için hallerine
sonsuz şükredip huzur içinde yaşarlarmış.Ne soğukta donarak ölen bebelerin elleri
havada kalmış cesetleri ne de komşu ülkede yönetime başkaldıran zavallıların
tutuldukları hapishanede donarak ya da işkence ile öldükleri haberleri buna asla
engel olmaz aksine huzurunun ve sevincinin katmerlenmesine sebep olurmuş.
Güneşle bu kadar iç içe geçen mavi dünya nihayet karanlık bir ironiyle insanların
layık olduğu bir hâle dönmüştü. İnsanların başka renklere saygıyı ne zaman
kaybettiği bir türlü bilinmese de kalplerinde ki soğukluk ve karanlığın aynısıyla dünya
da mâkes bulduğunu gönülgözü kapanmamış insanlar sessizce dile getirip ve
kıyametin bir an önce kopmasını bekliyorlarmış.

Maraş Değil, Kahramanmaraş! (Hikaye)

Seneler sonra koşarak kaçtığı memleketine tekrardan koşarak geliyordu. Bu kaderin garip
bir cilvesi değilse neydi? Beraber yolculuk yaptığı yuvarlak gözlükleri, dağınık uzun kır
saçları ve oturduğu için belli olmasa da kısa boyu ile Profesör Kamil vardı. Sol eli çenesinde
olduğu halde çipir gözleri ile etrafı izliyordu. Güneşin kendini göstermediği fakat karanlığın
başka diyarlarda kaldığı bir zamandı bu. Seher vakti olduğu için yollar seyrek ve belli ki
dışarısı da Mayıs ayında olmalarına karşın bi hayli serindi. Beyaz renk üzerine kırmızı şeritler
geçen yolcu otobüsü ağaçların yol kenarında selama durduğu Göksun’dan hızla ilerliyordu.
Alalı karalı,irili ufaklı keçilerini güden küçük çobanlar sabah mahmuru gözleri ile gelip geçen
otobüslere şöyle bir bakıyorlardı.Tekir’de geride kalıyordu işte. Kabarcık üzümü, tertemiz
havası ve şırıl şırıl akan bereketli çeşmeleri ile.
Rauf, havanın aydınlanması ile birlikte bakışını bozan, cam üzerinde ki küçük noktayı
tırnakları ile kazımaya başladı. Dikkatini dağıtan,görüşünü bozan, bu küçük siyah noktayı
kendine dert etmişti.Leke,havanın da aydınlanması ile daha bir görünür olmuş ve sanki her
geçen dakika büyüyordu.Artık ne Kahramanmaraş’a “hoş geldiniz” dercesine kıyamda duran
ağaçları ne de her on kilometrede azalan ve kendince oyun yaptığı mavi renkli uyarı
levhalarını gözü görüyordu.Sanki otobüsün camı tümden siyah nokta ile kaplanmış
gibiydi.Var gücü ile kazımaya devam etti.ama ne çare; bir türlü bunda muvaffak olamadı.
Ve işte nihayet Maraştaydı.şehrin yükünü kaldıramayacağı aşikar otobüs terminali
mahşeri bir kalabalıkla tam bir ana baba günüydü.saatlerdir içerde uyuşuk uyuşuk duran
yolcular açılan kapıyla birlikte içeri giren temiz havadan olsa gerek, çantalarına bir an önce
kavuşabilmek için omuz omuza mücadeleye girişmişlerdi.
Profesör ve Rauf bir turist için bile oldukça az olan eşyaları ile beyhude kendilerini
çarşıya götürecek bir taksi aramaya giriştiler.Ama her zaman ki yoğunluğundan öte yerli ve
yabancı misafirlerden bunun kolay olmayacağı Ahır Dağı kadar netti.Dolmuş durakları ismi
ile müsemma dolup taşmış; uzaktan bile yeterince zahmetli görünüyordu.Rauf etrafına
bakınırken kendilerinin de bir çift göz tarafından izlendiğini fark etti.Patpatı da denilen sepetli
bir motorda dünya yansa umurunda olmayacak rahatlıkta birisi, arkasına yaslanmış kendilerini
seyrediyordu.Gömlek düğmesinden birisi açık,yöreye has şalvarı ve ağzında ki yeşil ot sapı
ile yaşanan telaşeye oldukça tezat bir görüntü oluşturuyordu.Rauf bir an adamla gözgöze
geldi. Sonra aklına bir şeyler gelmişcesine hızlıca adama yaklaştı:
“Merhaba bizim Maraş’a gitmemiz gerekiyor.Acaba yardımcı olabilir misiniz?”dedi.
Adam gözlerini Rauf’tan ayırmadan sakin bir tavırla:
“Aleykümselam arkadaşım Aleykümselam.Maraş derken çarşıyı kastediyorsun galiba”dedi.
Rauf adamın “aleykümselam” derken ki kinayesini anlamamışlığa vurarak alttan aldı:
“Evet, size zahmet olmazsa bizi oraya yani çarşıya götürebilir misiniz?”dedi.
Bu arada profesör ise nadide bir şeyi incelercesine, adamın hiçbir hareketini kaçırmaksızın
ilgiyle izliyordu. Adam yine aynı sakin hâli ile: “Ne bu kalabalık arkadaş.Hayırdır, gösteri,
toplantı falan mı var yoksa” diye sordu.Rauf ve Profesör mânâlı bir şekilde bakıştılar. Belli ki
bu sorunun cevabını profesör kendisi vermek istiyordu. Önce boğazını temizledi.Duruşunu
alabildiğine dikleştirerek çok önemli bir sırrı paylaşıyormuşcasına:
“Selam. Ben Profesör Kamil.Yarın tüm dünya da kıyamet kopacak.Sadece Şirince ve burası
ayakta kalacak ”dedi.Adam kendisi ile dalga geçilip geçilmediğini anlamak istercesine bir
müddet profesörün sonra da Rauf’un gözlerine baktı. Hiçte şaka yapıyormuş gibi
görünmüyorlardı.

“De haydi.Ya Allah, Ya bismillah” deyip çantalarını koyacakları motorun sepetini
gösterdi.Ayağa kalkıp şöyle bir iki esnedi.Profesör Kamil acemi tavırlarla sepetin içinde ki
oturacağa yerleşti.Rauf ise adamın arkasında ki yere oturdu.Ayağı ile 78 model rus yapımı
yeşil renkli motorun kenarında ki pedala bir iki vurarak çalıştırdı.Kalabalığa rağmen usta
manevralar yaparak yola çıktılar.Biraz önce ki şaşkınlık ve korku gitmiş özellikle oturduğu
yerde sıkı sıkıya tutunduğu kenarlıkları ile profesör bir çocuk kadar neşeli
görünüyordu.Kaygısız gözlerle etrafı izliyordu. Rauf ise rüzgardan zor anlayıp daha bir zor
anlattığı derdi meramından sonra adamın onlara kalabilecekleri bir yer bildiğini söylemesiyle
bir hayli rahatlamıştı.
Kapalı çarşının yanına kadar gelen motor büyük kapının eşiğinde durdu.Alışık olmadıkları
bu deneyim yolcuları biraz sarsmış görünüyordu.Etrafta başta bıçak olmak üzere metal pek
çok küçük alet edevatı yapan irili ufaklı dükkan göze çarpıyordu.Çarşıya girip çıkan
kalabalığa rağmen tek tükte olsa örse çarpan çekicin duyulan sesi atmosfere daha bir otantik
hava veriyordu.
Eşyalarını motordan aldılar.Adının Ökkeş olduklarını öğrendikleri adam: “Garaj bugün
çok cangamalı; başımı ağrıttı. Hem hacı babanın yanına beraber gidelim,çoktandır
görmüyordum hem.” dedi.
Profesör Kamil, Ökkeş’in her konuşmasında derin bir hikmet arıyormuşcasına onu
süzüyordu. Profesör, gözlüklerini düzeltirken sordu “cangama ne demek?”
Buna cevabı Rauf verdi. “İnsanı rahatsız edecek derecede kalabalık; gürültü” dedi ve ekledi
“Maraşlılar gideni de geleni de pek sevmezler profesör.” Profesör anladım dercesine hafifçe
kafasını salladı.Ve sadece Rauf’un duyacağı şekilde: “Aslında başının ağrıması bizim
kırılmamamız için bir bahane.Bize yolu tarif etmek dururken oraya kadar eşlik edecek ve
ihtimal bizi mihnet altında bırakmamak için de böyle davranıyor.Ne kadar da asilce bir
davranış.”dedi.Rauf doğrusu hiç böyle düşünmemişti.
Hacı Amcanın evine giderken kapalı çarşıdan geçtiler.Envai çeşit rengarenk alımlı renkleri
ile yoldan geçenlerin göz zevkine hitap eden kırmızı biber, karabiber, tarçın, kakule ,zencefil,
zerdeçal gibi ne adını ne de kokusunu duymadığı onlarca çeşit baharat.Taze çekilen kahve
kokusunu içine çeken Profesör, Rauf’a Maraş’ın ipekyolu güzergahlarından birisi olduğunu
kâdim zamanlardan bu yana güçlü bir kültürlere sahip olduğunu; Hitit,Asur,İran Roma,
Bizans ve Arap gibi medeniyetlerden geçip yoğrulduğunu söyledi.
Ökkeş onlara kafasında fes ve siyah renkli, sırma dikişli motiflenmiş cepken olduğu halde
dondurma satan bir gencin yanına götürdü.Genç adam arada dondurma tezgahı üzerinde ki
çıngırağa elinde tuttuğu levyeye benzeyen uzun çelik kaşıkla hızlıca vuruyor öte yandan sanki
kimse umrunda değilmiş gibi elindekini dondurma kazanına sokup çıkarıyor ve var gücü ile
“buyruuuunnn…”diye bağırıyordu.Dondurmacı kaşığa yapıştırdığı dondurma ile profesöre
alışageldik kaşık oyunlarını yapmaya başladı.Profesör tam alacak gibi oluyor, bir anda külah
ters dönüyordu. Ne yapsa, ne kadar uğraşsa, kıvrak hareketlerle dondurma bir şekilde kaşıkta
kalıyordu.
Rauf, kenarda kızgın bir ifade ile profesörü küçük düşüren bu oyunun bir an önce sona
ermesini bekliyordu.Oysa profesör halinden hiç şikayet eder gibi görünmüyordu.Hatta
çevresinde kümelenen insanlara gülümseyerek aynı şekilde karşılık veriyordu.Maraş’a
geldikten sonra huyu suyu değişen profesörün yaptıklarına bir anlam veremiyordu.Kıyamet
haberi ile birlikte gerçekten çok değişmişti.Ne demekti çalıştığı üniversiteden istifa

etmek.Lise yıllarında yatılı okuyordu Rauf.Her nedense yaşadığı şehri bir türlü
sevememişti.Ve bir zaman sonra da nefret etmeye başladı.Okuyarak buralardan uzaklaşmak
istiyordu.Öyle de yaptı.Çok çalıştı.Girdiği sınavları kazandı ve istediğini alıp buralardan
ayrıldı.Üniversiteyi bile yatay geçişlerle değişik yerlerde okudu.Bir yere bağlı kalmaktan uzak
duruyordu.Sonradan araştırma görevlisi olarak çalıştığı üniversitede düşünceleri kendisine
benzeyen, gezmediği ülke bırakmayan, yerellikten sıyrılıp evrenselliğe ulaşmaya çalışan
Profesör Kamil ile tanıştı.Haftada bir yabancı konsolosların hanımları,üniversitede ve
dışarıdan üst düzey meslek erbabının katıldığı toplantılar yapmaya başladılar.Profesör
özellikle daha önce etkilenmiş olduğu Hindistan ve maya kültürü ile harmanladığı “inanç”
eksenli konuşma ve öğretileri paylaşıyordu.Önce meditasyon ile başlıyorlardı.Halka halinde
oturdukları yerde gözlerini kapıyor ve evvel derince bir “ommmmm….” sesi ile kendilerini
gündelik hayatın telaşelerinden sıyırmaya çalışıyorlardı.Daha sonra ise “katıksız erdeme”
ulaştıracağını varsaydıkları öğretileri huşu ile konuşmaya başlıyorlardı.
Rauf internet üzerinden başta mayalar inancı olmak üzere dünya üzerinde ki
hazırlanan internet sitelerinden güncel haber ve bilgileri derleyip profesöre veriyordu.Ne
olduysa zaten bu sitede ki haberlerden sonra oldu.Haberlerde mayıs ayının 5’inde
gezegenlerin aynı hizaya gelecekleri ve büyük tufan ile birlikte kıyametin kopacağını
söylüyordu.İlginçtir dünyada ki sayılı kurtulacak yerlerden biriside Kahramanmaraş’tı.
Bu haber Rauf ve diğerlerinde inanılmaz bir etki oluşturmuştu. Profesör ise kısa bir
bocalamadan sonra ben zaten bekliyordum dercesine bir tavra bürünmüş ve bundan geri
dönüşün olmayacağına dair bir duruş vermeye başlamıştı.Yabancı uyruklu bürokratların
hanımları ve grubun diğer üyeleri tam bir şok içerisindeydi.Kimisi haberi duyar duymaz haç
çıkarmış, kimisi boynunu oturduğu yerden dizine kadar eğerek elleri kafasının arkasında
düşüncelere dalmış, kimisi ise bunun kötü bir şaka olmasını beklercesine profesöre
bakıyordu.Ama profesör hiç şaka yapıyormuş gibi görünmüyordu.Aksine bundan geri dönüş
yok dercesine de bir duruş sergiliyordu.”Hakettik yoldaşlar” diyordu.”Hakettik.”
Onun bu kadarcık sözünden sonra kimisi iki eli ile yüzünü kapatarak ağlamaya başlamış,
kimisi oturduğu sandalyeden kalkıp hızlıca dışarı çıkmıştı. Bu zamana kadar ki en kısa
toplantılardan biriydi.Ama hiç şüphe yok ki en etkileyicisiydi.Grup üyelerinin bu hâli
profesörü rahatsız etmek şöyle dursun aksine çokca memnun etmiş gibi görünüyordu.
Rauf önce İzmir Şirince için otelde kalacak yer ayarlamaya çalıştı bi hayli.Ama nafile her
yer tıka basa doluydu.Ne çare artık Kahramanmaraş’tan başka gidecek yer kalmamıştı.Şaka
gibiydi ama gerçekti.Rauf tüm telefonlarına karşın otellerde yer bulamadı.Ya meşgul çalıyor
ya hiç açılmıyor, nadiren verilen cevaplarda da boş odamız yok denilip telefon yüzüne
kapanıyordu.Aksilik bu ya uçakta da yer yoktu.Hatta ek sefer düzenlenen uçaklarda ki yerler
bile tükenmişti.Grubu bir arada götürecekleri kiralık minibüste bulunamayınca herkesin
bireysel olarak gitmeleri istendi.Rauf nihayet bir otobüste 2 kişilik koltuk bulabilmişti.
Nihayet seneler sonra yeniden Maraş yolu ufukta görünmüştü.
Dondurmacının elinde ki uzun kaşığı zile vurması ile birlikte Rauf daldığı düşüncelerden
sıyrıldı.Profesör elinde dondurması olduğu halde etrafına gülücükler saçarak yürüyordu.Bir an
profesörün şokta olduğuna karar verdi Rauf.Tabii ya, işinden istifa etmesi bu çocukca tavırları
davranışlarında ki gözle görülecek kadar olan bu değişiklikler hep kıyamet haberinin kabul
etmese de, dile getirmese de geçirdiği derin şokun tezahürleriydi.Yoksa tüm bunların
açıklaması başka ne olabilirdi ki.

Ökkeş çok yorulmadılarsa bi beş dakika bir yere uğraması gerektiğini söyledi.doğal
“Tamam”deyip kabul ettiler.Allı morlu renkli,desenli kumaşçılar, perdeciler, yemeni yapan
ayakkabıcıların yanından geçerek bir semercinin önünde durdular.Yaşlı adam tamamlamak
üzere olduğu semerine bir elinde çekiç, ağzında tuttuğu çivilerle bitirmeye
çalışıyordu.Verdikleri selamı kafasını şöyle bir kaldırıp duyamadıkları bir ses tonu ile
dudaklarını kıpırdattı.Bundan onun selamını aldıklarına varsaydılar.Usta geçkin yaşına
rağmen elinde ki çekicin hakkını veriyor bir heykeltıraş misali eserini boşa gitmeyen hamle ve
hareketleri ile tamamlayıveriyordu.Ökkeş sessizce çırağın yanına gitti.Çırak köşede ki eski
dolabın çekmecesinden siyah poşet içerisinde muntazam paketlenmiş otlardan 3-5 tanesini
Ökkeş’e verdi.O da hemen şalvarının geniş cebine koydu.Bir miktar parasını verip “hayırlı
işler” dedikten sonra tekrardan yola koyuldular.Göz alıcı, bakır işleri ve diğer göz nuru satılık
eşyalar tezgahlarda doğrusu görülmeye değer bir seyirlik veriyordu.Hele hele dükkanların
arkasından gelen yoğun çekiç sesleri insan da ki el işçiliği algısını daha bi
güçlendiriyordu.Yürümeye devam ettikçe Profesör sanki bir zaman makinasına binmişcesine
hissetti kendisini.Bu düşüncesinin üzerine Osmanlı kıyafetleri olan birini de köşede macun
satarken görünce gayri ihtiyari gülümsedi.
Yedikleri dondurmadan olsa gerek susamışlardı. Rauf su satın alacak büfe ararken
profesörün çeşmeden kana kana su içtiğini gördü.Şaşkınlıkla bakarken, profesör: “Pınarbaşı
suyu. Buz gibi Rauf, sen de iç?” dedi gülümseyerek.
Cesaret ve çalımlı yürüyüşleri ile güvercinler Arnavut kaldırımlı caddede özgürce
geziniyordu. Maraş işi bileziklerin, yeni model takıların vitrinleri süslediği zengin
kreasyonları ile kuyumcular dükkan önünde ellerinde çayları kâh komşu esnaflarla
gülümseyerek atışıyorlar, kâh gözü camekana kayan müşterilerini içeriye buyur ediyorlardı.
Bunlar da genellikle evlilik yoluna yeni girdikleri belli olan gençler ile kalabalık bir grupla
dolaşan gurbetin tadını ve parasını aldıkları belli olan ve genelde komşu ilçelerden gelen
ahaliyi dükkanlarına davet ediyorlarlardı.

Önlerinde Ökkeş arkalarında Rauf ve profesör,bir müddet daha kapalı çarşıda yürümeye
devam ettiler. Miskin bir kedinin kimseye aldırmaksızın sahafın dışına konan kitapların
yanına uzanmasını bu defa Rauf garipsedi.”Bu kedilerin okumayı bildikleri ve özellikle eski
kitaplardan hoşlandıkları geliyor insanın aklına” diye geçirdi içinden.Sahafın köşesinde
yukarı doğru daralan merdivenin başında tahta taburelere oturup çaylarını yudumlayan temiz
giyimli adamlar,yabancı oldukları aşikar olan iki adama gâyr-ı ihtiyâri bir bakış attılar. Ökkeş,
“selâmun aleykûm ağalar, bereketli olsun”dedi. “Aleykûmselâm” ve “eyvallah” sesleri
karışık bir şekilde ağızlardan çıktı.Buralarda hiç olmadığı kadar gördükleri yerli ve yabancı
turisti rahatsızlık vermemeye çalışan bir tedirginlikle; meraklı gözlerle süzüyorlardı.
Dönemeçli ve basamak mesafesi bir hayli dar merdivenleri çıkmaya devam ettiler.Bu arada
adamlardan biri yaşça daha büyük olduğu belli olan esnafa, “akşam ki haberleri izledin mi
hacı emmi? Kıyamet kopacakmış. Buralar da sağ salim duracakmış”dedi gülümseyerek.Yaşlı
adam tesbih olmayan diğer elini “hadi ordan” dercesine salladı.
Yer yer sökülüp dökülen, buna karşın kötü görünmesinden çok, zamanın güzelliğini
üzerinde bir dekor gibi taşıyan eski evlerin aralarından geçiyorlardı. Duvarlarında etrafa mis
gibi rayihalarını salan hanımelleri,kilim gibi serilen gölgelere ayrı bir tat veriyordu.Kapıların
ve üzerinde ki tokmakların her biri ahşap ve metalin pek bi sanatkârene uyumu ile tarihten
birer sayfa gibi önlerinde duruyordu.Tam olarak böyle bir evin ve kapının önünde durdular.

Ökkeş sertçe kapı üzerinde ki tokmağa vurdu.Aynı zamanda “Mustafa amca..Mustafa
amcaaa” diye bağırmayı da ihmal etmedi.Uzun boylu, yaşlı olmasına karşın dinç görünen bir
adam kapıyı açtı. “Ne vardı Ökkeş. Kim bu arkadaşlar …”. Ökkeş : “Mustafa Amca, bu
arkadaşlar dışarıdan.İstanbul’dan geliyorlar.” Rauf , “Ankara” diye düzeltti. “Evet, bu
arkadaşlara kalacak bir yer lazım.Sen dışarıda kaldın zamanında. Garibin halinden anlarsın.
Ne dersin yerin var mı? Kalabilirler mi birkaç gün? Paraları var zair.İstersen… değil mi
doktor?” . “Profesör”diye düzeltti Rauf Ökkeş’i.
Profesör yaşlı adamın yarım yamalak açtığı kapıdan içeri görebiliyordu.Aniden söze karışıp
“Evet Mustafa Amca.Paramız var.Ama kalacak yerimiz yok.N’olur burada kalalım.Misafirin
olalım”dedi.
Mustafa Amca, yuvarlak gözlükleri dağınık kır saçları ve biçimsiz top sakalı ile lafa
destûrsuz girip, kendi evinde kalmak için ısrar eden garip görünüşlü bu adamı tepeden aşağı
şöyle bir süzdü. “Misafir olalım diyorsun sonra da para teklif ediyorsun.Oğlum dediklerini
kulağın duyuyor mu senin?” Rauf konuşacak, söze girecek oldu ama profesör eli ile onu
durdurdu. “Mustafa Amca yol yorgunluğumuza ver. Kusura bakma.Mümkünse, bir mahsuru
yoksa bizi misafir et.Olur mu?” dedi.
Yaşlı adam ikisini bir daha süzdü. Arkasını dönüp birinin olurunu bekler gibi bir
müddet durdu. Sonra kapıyı açıp,“De geçin bakalım.hoş geldiniz ,sâfa geldiniz.” dedi.Hep
birlikte içeriye avluya geçtiler.Burada dalları her tarafa yayılmış heybetli bir dut ağacı vardı.
Ağacın hemen altında kuyu suyunu çekmek için tulumba vardı. Bahçenin kenarı, çoğu yağ
tenekelerinden oluşan saksılar içinde ki çiçekler; rengarenk ve mis kokuları ile kendilerini
belli ediyorlardı.Geçen zaman karşısında bi hayli yorgun görünen iki katlı ahşap bir yapıydı
Mustafa Amcanın evi. Pencereleri, köşeli bilindik şekilden uzak; daha çok üste doğru daralan
camii penceresini andıran bir tarzdaydı.Taş bir kaideden sonra 8-10 basamaklı ahşap
merdiven üst kata çıkmak için kullanılıyordu. Alt katta iki pencere, karanlığa saplanan bir
koridor ve gizlenmişcesine gölgeler arasında zar zor seçilen bir kapı.
Bacaklarının arasında dolanan kedinin varlığıyla irkildiler. “Sizi sevdi ” dedi Mustafa
Amca. “Demek izni bize veren sendin” dedi gülümseyerek profesör. Ökkeş müsaade isteyerek
kapıya doğru yöneldi. “Ne zaman kopuyordu sizin kıyamet, isterseniz gezdireyim size
buraları” dedi. Profesör ve Rauf her şey için Ökkeş’e teşekkür ettiler. Yarın kendilerine şehri
gezdirmelerinin çok iyi olacağını söyledi profesör.
Yaşlı adam ağır aksak; dizlerine dayanarak, merdivenlerden çıkmaya başladı.
Arkalarından misafirleri. Her adımda gıcırdayan tahtaları ve yer yer dökülen kerpiç duvarı ile
bu evin yaşını kestirebilmek gerçekten imkansızdı. Mustafa Amca kapalı duran bir kapının
önünde durdu.Kapı kolundan tutup önce kendine çekti, sonra da yukarı hafif kaldırarak,
kanırtıp mandala bastı. Kapı açılmıştı. Perdeler kapalı olduğu için içeride loş bir hava
vardı.Yerde rengi solmuş bir kilim, minderler ve bir somya vardı.Duvarda kısa kesilmiş tek
raf bir kitaplık.Üzerinde değişik boylarda Kur’an-ı Kerim ve Osmanlıca yazıldığı belli olan
sararmış yaprakları ile birkaç kitap.Hemen yanıbaşında duvara asılmış bir gaz lambası. Yerde
serili olan ve bir tarafı katlanmış yünden seccadeyi dizlerine dayanarak yerden kaldırıp kapı
arkasında ki yerine astı. “Burada kalacaksınız. Biraz soluklanın. Rahatlayın. Karnınız açtır
inşallah. ”diye sordu. Profesör kapının karşısında ki somyaya oturmuş onun mahiyetini
anlamaya çalışırken şaşkınlıkla Rauf’a döndü: “Yau Rauf ben mi yanlış anladım yoksa
temenni bâbında karınlarımızın aç olmasını mı diledi? Tam anlayamadım şimdi?” diye
olabildiğince kısık bir sesle sordu. Rauf gülümseyerek Mustafa Amcaya bakıyordu. Aynı
oranda kısık şekilde “ Profesör, burada, bu şekilde konuşmanız çok da hoş karşılanmaz.

Lütfen” diye cevap verdi. Profesör duyduğu şeyi yanlışa yorduğunu hamlederek oturuşuna
çeki düzen verdi. Aynı kertede ciddi bir ifade takındı. Sesini bir hayli yükselterek: “Açız
inşallah” deyiverdi. Rauf gülmemek için kendini zor tutuyordu. Mustafa Amca davranış ve
görünüşleri garip misafirlerine şaşkınca birazcık baktı. Sonra da kafası ile selam vererek
kapıyı kapattı. Mutfağa uzanan ayak seslerinin uzaklaştığına emin olan profesör merakla yere
diz çöktü ve somyanın kumaşını kaldırıp altını incelemeye başladı. Rauf, profesörü merakı ile
baş başa bırakarak çantasından terlik ve ev kıyafetlerini çıkartmaya başladı.Profesör ise
duvarda asılı duran çerçevesine kadar sararıp solan merhumların fotoğraflarını inceliyor ya da
bir file içerisinde ki ihtimal deve kuşu yumurtasının anlamına dair çenesindeki sakallarını;
düşüncesinin hızına göre ritim tutarak kafa yoruyordu.Odanın perde ile ayrılmış kısmını gidip
kontrol etti.Kara beton zemininde ki gideriyle bunun bir tür banyo olabileceğini vehmetti.
Sonra başparmağının tırnağını ağzına alıp hafif geriye doğru çekildi.Derin bir “hmmmm…”
çekerek “dostum Rauf sanırım burası misafirler için özel olarak hazırlanan bir oda” tespitinde
bulundu. Rauf çevresine bakınca duvarlarında mahreme dair herhangi bir fotonun
bulunmamasını, yatak, yorgan ve nevresimlerin gözle görünecek derecede nizami ve temiz
olması profesörün tezini doğruluyor gibiydi. Bir süre sonra Mustafa Amca kapılarını tıklatıp
yemeğin hazır olduğunu söyledi.Tereyeğlı bulgur pilavı, sarımsaklı naneli, cacık, bol domates
ve yeşillikten oluşan salata. Bakraçlarla sunulan ayran ve yufka ekmeği ile mütevazi bir sofra
hazırlanmıştı. Dükkanlarını kapatan esnafın ve çekilip kapatılan darabaların, merdivenden
inip çıkan ayak sesleri duyuluyordu.Yemeklerini yiyip bitirdiklerinde müezzin davûdî bir
şekilde ezanı okumaya başladı.Lahuti ses perde perde şehre yayılıyordu.Ezanın bitmesi ile
birlikte Mustafa Amca ellerini açıp duaya koyuldu. “Abdestim varken namaza durayım ben.
Sizlerde yol yorgunusunuz fazla eylenmeyin, varın yatın” diye tembihleyip odasına doğru
ilerledi ” dediğini de yaptılar.
Karanlığın kırılıp sabahın kendini ufaktan hissettirmeye başladığı bir vakitte profesör
gözlerini açtı.Dışarda ki lambanın solgun ışıkları, zayıflayan kumaşın arasından sızıyor ve
odaya ölgün ışığını döküyordu.Rauf, profesörün seslenmelerine cevap vermek bir yana
arkasına dönüp uyumaya devam etmişti.Yorganını kenara iteleyip ayaklarını somyadan aşağı
sarkıtarak terliğini buldu. Ayaklarının ucuna sessizce basarak, kapıyı açtı.Sesler bahçeden
geliyordu.Dikkatli bir şekilde avlunun kenarına kadar gelip aşağıya baktı.Uzun bir gölge
ibrikte ki suyu tulumbanın açık olan deliğinden içeri döküyordu.Hemen sonra var gücü ile
tulumbanın kolunu aşağı yukarı hareket ettirmeye başladı.Ağaç köklerine yoldaş ve
serinliğinde demlenen buz gibi olduğu belli olan kuyu suyu ile abdestini aldı.Direkteki havlu
ile elini yüzünü sildi. Altı ahşap üstü halı kesilen seccadeyi dayandığı yerden alıp kıbleye
doğru çevirdi.Sabah namazını kılan Mustafa Amca uzun mu uzun tesbihi ile virdini çekmeye
başladı. Profesör şahit olduğu bu ibadetten sanki kendi yapmışcasına hûşû duymuştu.Ne
dediğini duymak ister gibi tüm dikkatini aşağıya vermişti ki burnuna gelen tüy ile bir an neye
uğradığını şaştı. Fakat bunun boncuk olduğunu anlayınca derin bir nefes alıp rahatladı. Az
kalsın öleyazacaktı. Boncuk, profesöre sürtünerek bir iki defa çevresinde dolaştıktan sonra
Maraşlıların süllüm adını verdikleri merdivenden aşağıya doğru sessizce süzüldü.Namazını
bitirip tesbihini çeken adama aynı şekilde sürtünmeye başladı.Ellerini duâya açan Mustafa
Amcadan kendine dua istercesine aheste etrafında dolaşıyordu. Profesör hiçbir anını
kaçırmaksızın dikkatlice izlediği bu “tapınma” merasiminden oldukça etkilenmiş ve hatta
kendi çapında arınmıştı.En azından kendini böyle hissediyordu.Yavaş yavaş ışıldamaya
başlayan gökyüzü ile yine aynı sessiz adımlarla odasının yolunu tuttu.
Kuşluk vakti dış kapının tok sesi duyuldu. Gelen Ökkeş’ti. Boyunlarında sadece
fotoğraf makinaları vardı. Bunu gören Ökkeş, “Bir iki güne kıyamet kopmayacak mıydı yahu?

Ne diye aldınız makinaları” diye kinayeli üslubuyla sordu. İkili bu soruya cevap bulamasalar
olsa gerek gülümseyerek geçiştirdiler.
Ökkeş,“bize müsaade Mustafa Amca” diyerek ayaklandılar. Kapıya kadar misafirlerini
uğurlayan Mustafa Amca “dikkatli olun kimseye bulaşmayın” diyerek gözden kaybolasıya
kadar kapı önünde bekledi.
Yolda yürürken Rauf çoktandır aklında tuttuğunu profesöre dönerek sordu “Kıyametin
bu gece kopması bekleniyor profesör. Ama siz tüm zaman ve enerjinizi sıradan yerel bir
kültürü anlamdırmaya çalışıyorsunuz. Bir dondurma festivali ya da onca yazar ve şairine
karşın okullara isim olmaktan öte diğer insanlara bunu duyuramayan bir kentten
bahsediyoruz. Sizi anlamakta gerçekten güçlük çekiyorum” dedi. Profesör elinde ki
makinasını kullanırken bir yandan da Rauf’a cevap vermeye başladı. “Rauf, hiç düşünmüyor
musun? Kâdim medeniyetlerin kehanetlerinde milyon tane yer dururken neden
burası…Yıldızların astrolojik hareketleri ve yeni bulunan tabletlerden, tufanda kurtulacak
yerin burası olması sence sadece basit bir tesadüf müydü? Ve ben merak ediyorum dostum;
neden Maraş?” Ökkeş otomat bir ses tonu ile “Maraş değil, Kahramanmaraş” diye düzeltti.
Profesör gülümseyerek “pardon” dedi.
Akşamın geç saatlerinde eve gelen profesör ve Rauf, Ökkeş’le vedalaşarak eve
girdiler.Karınlarının tok olduğunu söyleyen Rauf, müsaade isteyerek odasına çekildi.
İki adam bir müddet gün içinde ki görüp yaşadıkları hakkında konuştular. Mustafa Amca
bir ara ayağa kalkıp “Bak bakalım şunun tadına, beğenecek misin?” deyip vişne çürüğü
renginde, üzerinde hafif köpük, buz gibi bir içecek ikram etti. Tadı mayhoş olan bu içecekten
önce bir iki yudum aldı.Tadı hoşuna gitmiş olsa gerek hepsini içip bitirdi. Üstelik, “Varsa bir
bardak” daha rica etti”. Mustafa Amca “Doktor,bildin mi bunun neyden yapıldığını?” diye
sordu.Profesör,“Ya aslında tanıdık bir tat ama çıkaramayacağım galiba” dedi.Mustafa Amca
gülümseyerek cevap verdi “Pekmez kaynatılırken oluşan tortuyu alıp kenara koyarız.Yoğun
olduğu için içerisine su katıp yazları,sıcak havalarda da yatsılığın yanında afiyetle
içeriz.Ayrı,mayhoş bir tadı vardır. Başka yöreler her nasılsa bilmez bu güzel içeceğin tadını.
Haa! Ravandadır adı” dedi.Ellerinde ravanda şerbeti olduğu halde biraz daha muhabbet
ettiler.Ve her yorucu geçen günün ardından yapılacak en iyi şeyi yaparak yumuşacık yünden
yataklarına gittiler.
İnin cinin top oynadığı gecenin bir vaktinde yerin altından büyük bir gürültü
koptu.Profesör ve Rauf hızlıca yattığı yataklardan gözleri faltaşı olmuş bir şekilde kalktılar.
Evet oluyordu işte. Belli ki kıyamet kopuyordu. Rauf, bağdaş kurup, derin bir şekilde
“ommm….” çeken meditasyona giren profesöre baktı. Pencerenin önünden siyah gölgeler
hayalet kadar sessiz biçimde geçiyordu. Aman tanrım bunlar ölüm melekleriydi.
“İşte geldiler” deyip hızlıca secdeye gitti.Dilinin döndüğünce kelime-i şehâdet getirmeye
çalışıyordu. Fakat ağzından “Allahu Ekber, Allahu Ekber.Lâ ilahe illallah, Muhammet
Resulullâh” gibi aklında kaldığınca kelimeler çıkıyordu. Yerin altından gelen seslere kulak
vererek höykürürcesine iki elini açıp secdeye yatıp yatıp kalkıyordu. Günahları ve
yapmadıkları için Allah’tan özür diliyordu. Yanlışlarını bağışlaması için yırtınırcasına feryat
ediyordu.Ve işte tam o anda geldi ölüm meleği. Kapı kolu sert şekilde zorlanıyordu.
Açılmamıştı. Bir iki denemeden sonra kapı hızlı bir şekilde sonuna kadar açıldı. Uzun beyaz
kıyafetleri ile Azrail kapıda görünmüştü işte… “N’oluyor yahu size. Dellendiniz mi?” diyen
Mustafa Amca idi bu. “Bu bir şaka mı?” diye sordu Rauf; başını yerden kaldırarak. Sicim gibi
akan gözyaşlarının izi hâlâ yüzünde duruyordu. “Ne yani kopmadı mı kıyamet.Tamda bugün

kopması gerekiyordu ama” dedi. Profesör bağdaş kurduğu halde “ Ya peki o gürültü neydi”
diye sordu. “Bizim boncuk olsa gerek.Anbarda neyi devirdiyse artık.Gidip bi bakalım.İnşallah
bir şeylerin altında maltında kalmamıştır” dedi.”Siz iyimisiniz? Aklınız başınıza geldiyse
aşağıya inelim de yardım edin bana” diyerek dışarı çıktı.
Sabah kahvaltısına bu defa Ökkeş’te gelmişti. Kahvaltıda dün gece ki olayları Ökkeş’e
anlattılar. Aynı şeyleri tekrar yaşıyormuşcasına gülmekten katıla katıla zor bitirdiler.Mustafa
Amca “Yahu hacca gittiğimde orada aldığım uzun entariyi insan içinde giyemediğimden
kendime gecelik yaptım.Neyse, uyandım; sabah ezanını bekliyorum yatakta.Nasıl olduysa şu
yaramaz kedi arkada ki küçük pencereden içeriye girmiş.Öte beriyi,eski eşyalarımızı
kaldırdığımız anbara.Artık nasıl ettiyse tangır tungur, şangır şungur her şey aşağıda.Paldır
küldür yataktan fırlayıp aşağı inecekken yan taraftan önce böyle kurt uluması gibi bir
“omm…” sesi geldi.Ben kulak kabartıp ne olduğunu anlamaya çalışırken başlamasın mı
feryat figan.Ya Allah Ya Muhammed” sözün burasında Ökkeş söze girip “Adamlar imana
gelmiş.zikre durmuşlar diye mi sandın sende”diye takıldı.Mustafa Amca gülümsüyerek “Hiç
deme yahu.Kapıyı açtım ki ne göreyim.Kamil Bey yatağında bağdaş kurmuş parmaklar aha
şöyle… Öteki desen yatakta secdeye gelmiş iki gözü iki çeşme”.Gülmekten artık karınları
ağrımıştı.Sözün burasında profesör “yau ben Rauf’un o samimi hâlini görünce inancımızın
son kertede gönülde nasılda yer ettiğini bizâtihî gördüm.Ve anladım ki her şeyin bitti dediği
noktada son sığındığımız şey bu din.Ben bunca yer gezip görmeme karşın inancın en saf
hâline Maraş’ta ulaştım” dedi. “Maraş değil doktor, Kahramanmaraş.Hem arayan bulurmuş
değil mi?Mübarek olsun.”dedi Ökkeş. “Doktor değil profesör” diye anında düzeltti Rauf. Ve
profesöre dönerek “Üstad ne zaman dönüyoruz Ankara’ya diye sordu.” “Aslında ben
gitmeyeceğim.Burada kalacağım” dedi profesör. “Ama neden!? İstifa etmişseniz bile geri
dönecek olsanız sizin gibi kariyerli bir profesörü dışarıda bırakacaklarını düşünmüyorsunuz
ya”dedi Rauf.Profesör teşekkür babında Rauf’un dizine vurup “çünkü Rauf, fason olduğunu
anladığımız inanç öğretileri dahi o yanlış pusulaları ile burayı işaretlediler.Buna çok kafa
yordum.Ve ne buldum biliyor musun? Burası hem geçmişi hem bugünü çok iyi bir şekilde
harmanlayıp geleceğe öyle yürüyor.Sırtını heybetli yüce bir dağa yaslamış ve karşısında uçsuz
bucaksız ovaları var. Pehlivanlıkta bileği bükülmezken edebiyat ve şiirde eline su dökecek
başka hangi kenti tanıyorsun.Kelebeğe altından elbise dikecek ustalığa ya da sağlamlığı ve
estetik formu ile zamana meydan okuyan el işleri yine burada. Bırak ülkeyi, dünyanın en
güzel tatlısı; dondurmanın anavatanı burası.Öte yandan en iyi acı biberde bu topraklardan
çıkıyor.Tüm meyveler yetişiyor,sebzeler serasızda oluyor.İkliminin, değişik çiçeklerden
oluşan bir demet gibi toplandığı başka bir yeri biliyor musun? O bahsettiğimiz gezegenler
aynı hizaya gelip beklediğimiz son olmuş olsaydı emin ol dünya üzerinde buradan daha iyi
Nuh’un Gemisi vazifesi görecek başka bir yer bulamayacaktın. Ne diyor şair:
Maraş Türkiye’min kalem kaşıdır
Maraş Türkiye’min köşe taşıdır
Maraş tarihleri inşa ettiren
Koca Sinanların usta başıdır
İnsanda ki gen sayısı bile buranın plakası ile aynı; 46…Evet, kabul ediyorum bu biraz
zorlama oldu belki. Ama olsun. Ben ömrümün sonuna kadar burada kalacağım. Böylesi bir
mayadan müşterek ahalisinin değerlerinin farkında olması için çalışacağım.”
Rauf neye uğradığını şaşırmış bir şekilde profesöre bakakalmıştı. Söyleyecek bir cevap
bulamıyordu. “Ne yani Maraş’ın hiç mi kötü bir yanı yok” dedi. Profesör:
“Maraş değil…Kahramanmaraş.” Diye düzeltip konuşmasına devam etti. “Gördüğüm kadarı
ile onca değerine karşın evlatları tarafından yeterince tanıtılamayan, edelerce anlatılıp,

gösterilemeyen bir şehir burası…Bu zamana kadar hep ben seçerdim fakat hissediyorum ki ilk
defa bir şehir beni çağırdı,kendine seçti.Ve ben buna layık olacağım dostum” dedi. Ökkeş’e
dönüp: “Bildiğin yerde satılık bir konak var mıydı?”diye sordu.

HALİLA (Çizgi Roman Senaryosu)

HALİLA

1
Osmanlı Devleti dört bir cephede savaşıyordu.
Balkanlar. Çöller. Dondurucu zirveler.
Çanakkale… Ve daha nice ölümüne mücadele
2
Kış beyaz bir ölüm gibi çökmüştü Türklerin üzerine
Maraş’ta nasibini almıştı acıdan,kandan,gözyaşından.
Ve bahara dair bir işaret yoktu görünürde.
3
Valilik konağı 1919,Ekim

  • “Bu telgrafa çok da şaşırmış görünmüyorsunuz Bay Hırlakyan!”
  • “Size bu saatten sonra numara yapacak değilim bay Max Andriyo”
    4
  • “Maraşlılara, Türklere çok müsamahalı davrandınız.”
  • “Yıllardır bu topraklar ile ilgili arzu ve planlarımızdan yakinen haberdarsınız.”
  • “Evet”
    5
  • “Buna rağmen her şeyi çok ağırdan aldınız”
  • “Yeter! Bay Hırlakyan.”
  • “Bizim buralardan alınarak yerimize Fransız birliklerinin tayininde ki
    rolünüzü biliyorum.”
  • “Heh Heh Heh”
  • “Görüyorum ki pek bi keyiflisiniz”
    6
  • “ Ama müsaade edin de size bir tavsiyede bulunayım.”
  • “Dinliyorum komutan.”
  • “Dünyanın pek çok yerinde güneş batmayan imparatorluğumuzda kraliçe için savaşlara
    katıldım”
  • “Umarım bana savaş anılarınızı anlatmayı düşünmüyorsunuz komutan”
    7
  • “Hıh..! Hayır Mister Hırlakyan. Ben onları sadece dostlarıma anlatırım.”
  • “Niyetim sizi uyarmak. Hırsınız yüzünden uyuyan aslanı uyandırmamanızı
    tavsiye ediyorum.”
  • “Hmmm”
  • “Yıllardır Türklerin savaşmadığı cephe kalmadı. Buna ne güçleri ne de imkanları el verir
    komutan.”
  • “Size bunu göstereceğim”
    8
    Uzunoluk Meydanı, Ekim 1919
  • “Gün doğacak ay doğacak Maraş Ermenistan olacak”
  • “Kahrolsun Türkler yaşasın Fransızlar yaşasın Ermeniler”
  • “İyice azdı bunlar hacı emmi”
  • “İngiliz gidip Fransız gelecek derler”
  • “Desene ondan bu tepinmeleri”
    9
    Hırlakyanın Konağı
    -“Brrrr hava ne kadar da soğuk”
    -“Dedeciğim sen beni duymuyorsun galiba”
    -“Hı!!”
    10
    -“Seni üzen şey ne dedeciğim”
    -“Yok bir şey güzel kızım Helena”
    -“Hadi ama dede. Ben bilirim seni. Lütfen anlat bana derdini”
    -“Biricik kızım Helena. Biliyorsun atalarımızın topraklarını almaya çok az kaldı”
    -“Evet dedeciğim. İşte bende onu söylüyorum. Bugün senin en mutlu olacağın günler.
    Ermeniler hiç olmadığı kadar bu hedefe yaklaştıysa bunun en büyük sebebi sensin.”
    11
    -“ Sağol kızım, ama komutan Andriyo ile son konuşmamı bir türlü unutamıyorum.”
    -“Nasıl dede! Ne dedi ki o hiçbir işe yaramaz adam.”
    -“Aslında görünüşte kötü bir şey yoktu ama”
    -“Evet”
    -“Ama sanki bizim korkak ve sinsi olduğumuzu, düşmanımız Türkleri rahatsız etmememizi,
    onları kızdıracak davranışlardan kaçınmamızı tavsiye ediyordu”
    -“Hah hah. Bu adam sekiz ay boyunca anlaşılan bir şey öğrenememiş.”
    -“Devir artık bizim devrimiz sevgili dedeciğim. Bunu hiç kimse tersine çeviremez.”
    -“İşte benim kızım. Seninle gurur duyuyorum Helena.”
    12
    -“Napalım biliyor musun dedeciğim?
    -“Ne!?”
    -“Abdallardan Halil Ağa’yı Fransız dostlarımızı karşılamak için tutalım”
    -“Hay aklınla bin yaşa! Böylece herkes burasının bundan böyle bir ermeni yurdu olduğunu
    görür”
    Hah Hah Hah
    -“Görmeyende artık duyar dedeciğim.”
    13
    Uzunoluk, 28 ekim 1919
    -“Ne dersin Ali Emmi ne olacak bu bizim halimiz?”

-“Niyet hayr akibet hayr oğlum. Her şey küçük bir kıvılcıma bakar.”
-“Sütçüüüüüüüü”
Tak tak tak
(sofrada yemek yemektedirler)
-“Hı!”
14
-“Buyrun ağalar beni istemişiniz”
-“Agop Ağamız seni görmek ister abdal çavuş”
-“Tamam evla .Siz varın ben hazırlanıp geliyorum”
(Silahlı adamların koruduğu çiftlik evi gibi taştan bir konak)
Az biraz sonra
15
-“Hoş geldin çavuşağa. Gel otur hele yamacıma”
-“Eyvallah ağam. Ben iyiyim böyle. Derdini söyle”
-“Derdimi haa!”
-“Tamam! Halila ahbabını takımını tez topla. Fransız dostlarımız nihayet yarın ayak basıyor
Maraş’a”
16
-“Demek bu kadar yakın ha!”
-“Ne sandın ya? Artık her şey değişiyor Halila. Ve sen duyuracaksın bunu dosta düşmana”
-“Al sana bir kese altın. Ama isterim ki davulunla arş inlesin. Sağırlar bile davulunun gümbürtüsü
ile bizi işitsin”
-“…”
-“Neden sessizsin be adam”
17
-“Ama duuurr. Sende haklısın. Böyle bir şenliğe bir kese altında ne ki..!
-“Sen yok musun sen”
18
-“Beni yanlış anladın ağam. Doğrudur evvelinde davullar çaldım sana. Ama bu defa başka. Bu
din bahsidir. Tokmak vuramam kardeşimin bağrına.1-2 kese değil doldursan davulumu altınla
tokmağımı kaldırıpta vurmam asla.”
-“Nasıl böyle bir şeye cesaret edersin be adam. Sen benim kim olduğumu bilmiyorsun galiba”
19
-“Yakında baştan sona bizim olacak buralar. Ve andım olsun ki ilk seninle hesabımı göreceğim
Halila.”
Bu olay tez zamanda dilden dile tüm şehre yayıldı. Dost düşman herkes bunu konuşur oldu.
29 Ekim 1919
Kente giren ilk Fransız birlikleri tezahüratlarla karşılandı.
20
Davullar vurmadan şenlik havası çok da gerçekçi gelmedi kimseye
-“Hoşgeldiniz komutan Julie. Hoş geldiniz kutlu davanın muzaffer askerleri.”

“Ahh Halila ahh elbet ödeyeceksin bunun bedelini

21
Çok geçmeden 22 gün gece gündüz sürecek bir savaş başladı Maraş’ta.bir yanda
mitralyözler,tüfekler,toplar.öbür yanda dinine, bayrağına, namusuna iman edip bağımsızlığı
için, mukaddesatı için gözünü kırpmadan canını verebilecek vatan evlatları.
22
Sonunda hak kazandı. Beraber kardeşce yaşamaya ihanet edenler bir gece sessizce gittiler.
Ve Maraşlılar bunu bembeyaz kıyafeti ile davulunu çalan Abdal Halil Ağadan öğrendiler.
Güm Güm Güm

Bir Pazar Güzellemesi

    Rahat bırakın efendim pazartesileri. Asıl müşkülat pazarlarda. Herhalde hemfikiriz hafta içinin hamurunda yoğunluk ve koşuşturma olduğuna. Adları değişse de beşi bir yerde. Al birini vur ötekine. Nasıl başladıysa öyle devam eder aynı şekilde.

   Nasıl mı başlar? Tabii ki horozun ötüşüyle… Şaka şaka ötecek horoz mu kalmış memlekette?  Ama horoza ne gerek. Kur saatini beşe çapaklı gözlerinle merhaba de güneşi bile doğmayan yeni güne.

     El kızı kahvaltı mı hazır eder? Hoş, hazırlasa da o saatte kursaktan lokma mı geçer?

    Belli ki küsmüş en sevdiğim çorabın teki ve gitmiş kafa çekmeye. Neden böyle olur; aradığın şey olmaz istediğin yerde.

    Sıcağı üzerinde günah gibi çağırır yatak seni. Uyumazsın ve düşersin nice ışığı olmayan gölge gibi tenha caddelere.

     Yaklaşan seçim aşkına kevgire dönmüş yollar, direksiyonlarda uykusu  kıt gergin tipler. İşe erken gelirsin bir Allah’ın kulu görmez. Ha ola ki gecikirsen amir yarısı dikilir merdivene aşağıdan yukarıya şöyle bir süzer. Sorsan kalenderdir hesap sormaz diliyle. Ama bakışlarıyla konuşur: yakaladım seni “sobe”.

    İş kaçar ben kovalar. Sıra dağlar gibi birini aşınca diğeri seni karşılar. Saatlerce takarsın canını dişine biraz nefesleneyim desen hiç sekmez denk gelir biri dikilir tepene. Kinayeli bakışlar üzerinde. Kurumun tüm o iflah olmaz dertlerini kundağa sarılmış bir piç gibi geçirivermişler kütüğüne.

   Sonra daralırsın ve  bir bardak çay istersin.

  Ulan kantinci çaydan soğuttun ya beni. Sıcak su bir avuç çay. Başka ne katarsında çay yerine boz bulanık katran dökersin bardağa. Bu yetmemiş gibi camları kaldırmış kutuya, kağıt bardakla plastik kaşık sıra sıra masada. Bir de demez mi çay artık iki lira?

    Saatler günleri kovalar günler haftaları. Ay sonu geldi mi gözünün biri cüzdanda diğeri nazlı takvimde. Sonlara geldik ya ilerler zaman kaplumbağa yürüyüşüyle. Yetmiyor maaş; kıt kanaat geçinsende.

    Ahmet Bey ahh Ahmet Bey. Değiştirir arabayı her sene. Tatilden resimler paylaşır galiba çatlayın diye. Adam ya altın alıyor maaş yerine ya da benim param bereketsiz ne çare.

   İşte böyle geçer hafta içi. Lokomotifi Pazartesi. Salı, Çarşamba, Perşembe ve Cuma…Cuff cufff. Sayması kolayda dişiyle çivi söktürürler adama.

   Hakkını yemeyelim çok az şey güzeldir Cuma sonrası gibi. Bir tazelik çöker adamın üstüne. Herşey güzel görünür insanın gözüne. Nihayetinde geride kalmıştır iş, güç, telaşe. Önündeyse koca bir tatil hiç bitmez gibicesine.

  Ve işte ev yolu. Trafik her zamankinden daha mı yoğun ne? N’olacak canım hep aynı terane. Yemekte pek sıradan, hanım pek uğraşamamış yine. Nasıl etsek maça mı gitsem kahveye. Yok ya özeti izlerim uzanıp bir mindere. Lakırdı arası maç izle. Bol gollü bir gece umarken sıfır sıfır berabere.

   Günlerin şahı Cumartesi. Kahvaltıda kızartma, çay desen kıvamında. Elin ayağına dolanır bu günü nasıl geçirsem diye. Ama koyarlar mı gülüm günü sana? Çocuklar ister şu yana, hanım komut verir öbür tarafa. Anam ağıt yakar kaç gün oldu gelmedin, kaynanam mangal yakmış akşama torunları al getir diye. Havalar bozuk maçlar iptal. Ne bir atak ne bir gol.

  Ve işte günlerden Pazar. Yalancının mumu yatsıda çalışanın balonuda Pazarda söner. Bitmez gibi görünen günler bitmiş akreple yelkovan garip bir yarışa girmiş. Yarın hızla yaklaşır amma gün de uzadıkça uzar inadına.

   Mesai geliyor hüznü bulaşmış her şeye. Güneş çiğ, bulutlar miskin, rüzgar sinsi. Avare dolanırsın evde. Banyoda ıslak çocuk sesleri, çamaşır kokusu sarmış her yeri.

   Çarşıya inersin dükkanlar kapalı.  Sokakta dolanır boş bir kola kutusu. Köpekler geçer yanından hırlamaya yok dermanı. Darlanır kaçarsın yokuş yukarı.

    Dersin bitsin gitsin Pazarı gelsin hemen ertesi. Var mı yahu çalışmak gibisi.

Oduncu ve Kara Kargalar (Masal)

  Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde uzak bir ülkenin küçük bir köyünde oduncu ile karısı yaşarmış. Oduncu çok çalışkan bir adammış. Sabah erkenden horozlar bile ötmeden keskin baltasını alıp şarkılar türküler eşliğinde yola düşermiş.

Sabah erken kalkarım

Kahvaltımı yaparım

Baltam işte elimde

Orman bekler beni de

  Ancak bu oduncunun kafasında hiç saçı yokmuş. Yani kelmiş. Bundan dolayı köyün kendini bilmez gençleri zavallı oduncuyla alay ederlermiş. Oduncu buna çok üzülürmüş. Bu yüzden de kulübesini köyden bir hayli uzakta hiç durmaksızın şırıl şırıl akan bir ırmağın kıyısına yapmış.

   Kulübenin etrafını çitlerle çevirerek kendisine küçük şirin bir bahçe oluşturmuş. Domatesler,biberler,patlıcanlar  diktiği, kavun karpuz yetiştirdiği bahçesinin bir köşesinide birbirinden güzel, mis gibi kokan rengarenk çiçeklerle donatmış.

   Ormandan kestiği odunları sırtında taşıyarak bahçesine yerleştirirmiş. Çalışkan oduncu son olarakta çiçeklerden bir demet hazırlayarak karısına götürmeyi ihmal etmezmiş.

  Öte yandan oduncunun karısı kendisini çok beğenirmiş. Kocasının aksine tembel bir kadınmış. Erken kalkmaktan, yemek yapmaktan, soba yakmaktan hiç hoşlanmazmış. Geç kalkar, sonrasında ise kendisine güzel bir kahvaltı hazırlarmış. Yemlemeyi unuttuğu bahçedeki tavukların yumurtalarını tereyağı ile pişirerek afiyetle yermiş. Sonra pencere kenarına ilişerek ormanın derinliklerinde yaşayan ailesinin hatırasıyla vakit geçirirmiş. Bir yandan da kocasının pek hoşlanmadığı satıcı kadının yolunu gözlermiş.

   Ara sıra gelen bu yaşlı kadın güneşten korunmak için başına geçirdiği siyah şalı ve azılı düşmanları olan kargaları uzak tutmak için süpürgesini elinden hiç düşürmezmiş. Laf aramızda uzun burnu sivri çenesiyle köyün kendini bilmez gençlerin ‘cadı kadın’ sözüne pek bir benzermiş.

    Bu yaşlı kadın satmış olduğu  elbiseleri çeşit çeşit potinleri ve camlı boncuk takıları ile köy köy dolanırmış.

   Kimdir, nereli, kimi var kimse bilmezmiş. Miskin bir eşeğin çektiği eski arabasıyla bir o yana bir bu yana dolaşıp gezermiş. Eski arabasının tekerlerinden çıkan sesler o kadar gürültü çıkarırmış ki çok uzaklardan bile onun geldiği anlaşılırmış. Cadı kadın arabasını sürerken bir yandan da şu şarkıyı mırıldanırmış.

Cadı kadın derler bana

Hiç gücenmem ona buna

Miskin eşeğin ardında

Süs satarım şuna buna

Kargalardan hiç hazzetmem

Süpürgemde hep elimde

Görürsem de hiç affetmem

  Öte yandan kimsenin girmeye cesaret edemediği karanlık ormanı mesken tutan kara kargalar zavallı kadına bir türlü rahat vermezlermiş. Satıcı kadın tarlaların kenarından tepelerin üstünden ırmakların dibinden gıcır gıcır ses çıkaran arabasıyla geçermiş. Ama ağaçların arasına kayalıkların arkasına saklanan kara kargalar her fırsatta satıcı kadının arabasına saldırıp parlak gördükleri ne varsa gaga ve pençelerine geçirip uçup giderlermiş.

   Yaşlı kadın kargaları kovalamak için koca süpürgesini bir o yana bir bu yana sallar dururmuş. Ama parlak şeyleri çok seven kargalar her seferinde ondan bir şeyler aşırmayı başarırmış. Sonra da hep birlikte şarkılarını söyleyerek kara ormana doğru kanat çırpar ve oradan uzaklaşırlarmış.

Gak gak gak

Biz birlikte uçarız

Ne istersek yaparız

Haramiyiz soyarız

Gak gak gak

Bizi görenler kaçar

Saklanacak yer arar

Hem insanlar hem de kuşlar

 Gak gak gak

  Cadı kadın arabasının üzerine çıkar uzun uzadıya kargalara bakarak onları nasıl yenebileceğini düşünürmüş.

  Gelgelelim köyün kendini bilmez bir iki gencinden başka hiç kimse kara ormana girmeye cesaret edemezmiş. Cesaret edenlerde hemencesinde büyük bir korkuyla arkasına bile bakmadan nefes nefese köylerine geri dönermiş.

    Sonra da gördüklerine duyduklarına bin katarak ilgiyle kendini dinleyenlere başından geçenleri anlatırlarmış. Bazıları korkunç gözleriyle kral karganın kendisine dik dik baktığını canını bağışladığı içinde ne kadar şanslı olduğunu söylermiş.

   Tabii bizim çalışkan oduncunun bunlardan hiç haberi olmazmış. Zavallı oduncu sırtındaki yükünü taşıyacak bir eşek almak için var gücüyle çalışırmış. İşini bitirip eve dönerken de hep şu şekilde mırıldanırmış.

Akşam oldu yoruldum

İşte yola koyuldum

Eve varsam uyurdum

  Akşamında sıcak bir çorba, yanan bir soba hayali kurarak kulübesine gelirmiş. Ama oduncu, karısını genelde hasta olduğu, kendini iyi hissetmediği için yatağında yatarken bulurmuş.

   Zavallı adam baltayı bir kenara bahçeden topladığı çiçekleride vazoya koyar hemen ev işlerine koştururmuş. Bir yandan etrafı düzenler bir yandan sobayı yakar bir yandan da karısının sevdiği tavuklu pilavdan yaparmış. Çok yorulduğu ve erken kalkması gerektiği içinde hemencecik yatıp uyurmuş.

   Oduncu, bir gün çocuğu olacağını öğrenmiş. Buna çok sevinmiş.  “Bundan sonra çok daha fazla çalışmalıyım” demiş. Karısı da kocasının bu sözünü duyarak gülümsemiş. “Hiç merak etme kocacığım bu konuda ben sana yardım ederim” demiş.

   Oduncu artık eskisinden de çok çalışır olmuş. Bir taraftanda karısının ev işlerine koşturuyormuş. Çünkü zavallı kadın diğer hamile kadınlar gibi yeşil erik ya da kırmızı karpuz yerine yumuşak yastıkla kalın bir döşeğe aşeriyormuş. Öyle olunca da gece gündüz posur posur uyukluyormuş.

  Bizim oduncu çalışadursun bir gün arabasının gıcırdayan tekerlekleriyle cadı kadın görünmüş. Oduncunun uykudaki karısı dışardan gelen sesi duyunca yorganı bir yana yastığı öbür tarafa fırlatıp dışarıya koşmuş. İçten bir gülümsemeyle

  “ Hoş geldin ” demiş. Yaşlı kadın meğerse yol üzerinde yine kara kargaların saldırısına uğramış. Kendisinin, süpürgesinin ve miskin eşeğinin her tarafından kara kara tüyler dökülüyormuş.

 “Hoş bulduk benim güler yüzlü açık sözlü güzel kızım hoş bulduk.” Demiş.

 “ Bak görüyor musun yine ne işler açtı şu kötü kargalar başıma” diyerek oduncunun karısına kargaları şikayet etmiş.

 “Sen üzülme ben sana şimdi soğuk bir ayran getiririm.” Demiş.

 Soğuk ayranı afiyetle içen yaşlı kadın gelinin yemek teklifini de geri çevirmemiş.

   Bir yandan alışveriş yaparak kendisine etekler, hırkalar, takılar seçen oduncunun karısı bir yandan da kocasının uzun zamandan bu yana eşek almak için biriktirdiği paralardan, sıkıntılar içerisindeki hayatından ve  yakında doğacak çocuklarından bahsetmiş.

   Satıcı kadın hiçbir şey demeden sadece dinlemiş. Kadın aldığı kıyafetlerin ve boncukların parasını ödemek için kocasının sakladığı paralardan birazını alıp cadı kadına vermiş.

    Sonrasında hemencecik satıcı kadına çok güzel bir sofra  hazırlamış. Yemeğini afiyetle yiyen cadı kadın oduncunun karısına teşekkür etmiş. Bu iyi davranışından dolayı kendisininde ona bir iyilikte bulunacağını söylemiş. Ve anlatmaya başlamış. Çok güzel ve çok akıllı bir kadın olduğunu ama bu iş bilmez kocasının her ne kadar çok çalışsa da asla zengin olamayacağını söylemiş. Oduncunun karısı buna inanmış. Cadı kadında devam etmiş. “Bak kızım” demiş. “Sana bir iyilik yapacağım. Doğacak çocuğunun senin gibi bahtsız olmamasını fakir kalmamasını istiyorsan bu sözlerimi sakın unutma” demiş. Zavallı kadın asıl zenginliğin kimseye muhtaç olmadan alın teriyle kazanılan kazanç olduğunu unutmuş. Yaşlı kadın, eşini en kısa zamanda  kara ormana göndermesini ve orada kara kargaların lideri olan kral karganın yaşadığı akağacı kestirmesini istemiş. Sonrasında akağaçtan yapılan bir beşikte uyuyan çocuğun geleceğinin de aynı ağaç gibi ak olacağını söylemiş.

“Aman unutma en kısa zamanda kocanı gönderde akağacı kesip bana getirsin. Ben o ağaçtan senin bebeğin için çok güzel bir beşik yaptırırım ”demiş. Sonrasında kadının okuyacağı ninniyi bile öğretmiş.

Tangır tungur beşiğim

İçinde uyur bebeğim

Pembe Pembe yanaklar

Uçsun gitsin kargalar

Dökülsün sarı altınlar

 diyerek gözden kaybolmuş.

   Akşamında kocasına birşey demeyen kadın sabah uyandığında “Hayr olsun” deyip gördüğü rüyadan bahsetmiş. Zifiri karanlık bir gecede ormanda ki ulu bir ağaçtan küçük kulübelerine giren ışığı heyecanlı bir şekilde kocasıyla paylaşmış. Oduncu bunun anlamına kafa yormuş.

“ Ormandan hanemize gelen  musibet için bir uyarı mı yoksa bu?” demiş.

 Kafasını bir o yana bir bu yana sallayarak “ Zannetmiyorum” demiş karısı.

“ Hmmm. O zaman bu ne anlama geliyor acaba ? “ diye sesli sesli düşünmüş oduncu.

 Karısı gülümseyerek cevap vermiş.

“ Kocacığım bunun anlamı çok açık “ demiş.

   Şaşkınlıkla “ Öyle mi ?” diye sormuş oduncu.

“ Bak kocacığım. Doğacak çocuğumuzun parlak bir geleceğe sahip olması için kara ormandaki akağaçtan yapılmış olan bir beşikte yatması gerektiğini anlatıyor bu rüya” demiş.

Kocası şaşkın şaşkın bakarak.

“ Allah Allah oysa ki ben hiç öyle düşünmemiştim” diyerek karısına inanmış.

   Aradan haftalar geçmiş aylar geçmiş ama bizim oduncu bin bir bahaneyle kara ormana gitmemek için ayak diretiyormuş. Her ne kadar kara ormandan diğer köylüler kadar  korkmasa da az biraz bu konu hakkında kulağına gelen bir şeyler varmış.  

   En sonunda doğumu bir hayli yaklaşan karısının ısrarı üzerine  hazırlıklarını tamamlayarak yola koyulmuş.

  Oduncu elindeki baltası ve azık torbasıyla az gitmiş uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Kâh köpük köpük derelerden kâh yeşil mi yeşil ovalardan geçmiş. Bu esnada üzerinde kanat çırpan bir çift kargayı hiç fark etmemiş.

   Oduncu yüksek bir tepenin yamacında mola vermiş. Sırtını bir ağaca yaslamış. Baltasını da yanına dayamış sonra da azık heybesini yere sermiş. Tam bir güzel afiyetle karnını doyuracağı sırada bu zamana kadar işitmediği çirkinlikte bir ses duymuş. Zavallı oduncu neye uğradığını şaşırmış. Elindeki kaşığı yere düşmüş. Kulaklarını kapayarak sesin nereden geldiğine bakınmış.

   Meğer kara bir karga gözleri kapalı olduğu halde kanatlarını bir o yana bir bu yana savurarak gaklaya gaklaya şarkı söylüyormuş. Oduncu ne kadar onu susturmak için çaba gösterdiyse de başarılı olamamış. Bunun üzerine kara kargayı kovalamak için yerinden kalkmış. Bir iki adım atıp ilerlemişti ki başka bir karganın baltasının sapından yakalayarak havalandığını fark etmiş. Kara karga meğer baltayı  uçurumdan aşağı atacakmış. Oduncu hemen geri dönmüş. Karga baltayı uçuruma doğru bırakmış. Oduncu ise son bir gayretle uçurumdan aşağıya düşecek olan baltayı havada yakalamış. Nefes nefese kalan oduncu haylaz kargaların yemek  sofrasını aşağıya bırakmalarını hayretle izlemiş.

    Batmaya başlayan güneşe doğru gaklayarak kanat çırpan kara kargaların arkasından bakakalmış. O anda kendi kendine akağacı almadan dönmeyeceğine söz vermiş.

   Oduncu, güneşin batarak günün bittiği saatlerde kara ormana ulaşmış. Burada tek tük ağaçların yerini dikenli çalılar sık yapraklı ağaçlar almış. Karanlık ormanda ki  otlar bile oduncunun gözüne oldukça farklı ve korkunç görünüyorlarmış.

   Ne tarafa doğru gideceğini bilemeyen oduncu sıkıca kavradığı baltasıyla usul usul ilerlemeye devam etmiş. Gittikçe kararmaya başlayan ormanın ne denli ürkütücü olduğunu ve neden buraya  kara orman dediklerini daha iyi anlamış.

    Nedense oduncunun içinde izlendiğine dair büyüyen bir korku varmış. Etrafına bakınsa da hiç bir şey görememiş.

   Zavallı oduncu ne yapacağını bilmez hâlde kulübesinin hemen yanından da geçen ırmağı takip ederek ilerlemeye devam etmiş. Fakat o da ne! Sanki bir çıtırtı mı duymuş ne?. Şu karanlık çalılıklardan mı gelmiş o ses?  Yoksa şu karşıdaki ağaçların oralardan mı?

   Yavaşça çalılıklara doğru yürümüş. Bir adım, iki adım, üç adım ve booom. Çalılıkların arasından üzerine doğru hızlıca bir şeyler fırlamış. Oduncu korku ile yere yığılmış. Bu uçan bir gölgeymiş. Ve hiç durmaksızın bir o yana bir bu yana savrulup duruyormuş. Oduncu neye uğradığını şaşırmış. Önce kaçmayı düşünmüş ama sonra verdiği söz gelmiş aklına.

   Uçan gölge kafasında hasır şapkası üzerinde çuvala benzer kıyafetiyle neredeyse bir korkuluğa benziyormuş. Oduncu elinde baltası olduğu halde ne yapacağını  düşünmüş düşünmüş düşünmüş. Sonra da büyük bir kararlılıkla baltasını karanlığa savurmuş.

   O anda çok ilginç bir şey olmuş. Baltanın çarptığı uçan gölge pofff diye büyük bir gürültüyle patlamış. Böylelikle onca karga şaşkın ve korkmuş bir şekilde ortaya dökülüvermiş. Meğer kara kargalar köyden aşırdıkları bir korkuluğun içine yerleşmişler. Ve kara ormana girmeye cesaret edenleride bu şekilde korkutuyorlarmış.

  Bunu anlayan oduncu gaklayıp oradan uzaklaşan kargalara bakarak  

“ Yalancı kargalar sizi. Ne sizden ne de kral karganızdan korkmuyorum” diye arkalarından bağırmış.

  Büyükçe bir ağacın dalları arasında kaygılı gözlerle olan biteni izleyen kral karga sessizce kanat çırparak oradan uzaklaşmış.

  Oduncu, “ İşte şimdi yakaladım sizi kara kargalar” diyerek kargaların döktükleri tüyleri izlemeye başlamış.

  Gecenin o vakitlerinde oduncunun karısı pencereden dışarıya bakarak kocasını düşünüyormuş. Meğer zavallı oduncuyu  karanlık ormana gönderdiği için pişman olmuş. Neden cadı kadına inanıpta kimsenin girmeye dâhi cesaret edemediği kara ormana salmıştı ki kocasını?

    Hem doğacak bebeği ister normal beşikte isterse akağaçtan yapılan beşikte uyusun ne farkederdi ki sahi? Eğer oduncu bir daha gelemeyecek olsa çocuğu babasız kalacaktı. Şimdi anlıyordu ki en büyük zenginlik bir arada olabilmekti.

   Bir daha kocasına asla bu şekilde bir istekte bulunmayacağını ve onun da mutlu olabilmesi için daha fazla çaba göstereceğine söz vermiş.

   Tam bu sırada cadı kadının çok uzaklardan duyulan arabasının gıcırdayan tekerlerini işitmiş. Sonra da arabasını görmüş. Gecenin bu saatinde neden buraya geldiğini merak ederek hemen kapıyı açmış. Açar açmaz da kafasına bastonu yiyerek düşüp bayılmış.

 Cadı kadın, “Bu kadar zaman oldu hâlâ akağacı getiremediniz. Madem öyle ben de ne yapacağımı biliyorum size.” diyerek oduncunun eşek almak için biriktirdiği paraları çalmış ve geldiği gibi oradan uzaklaşmış.

  Tabii zavallı oduncunun bunlardan hiç haberi yokmuş. O tüylerini döke döke kaçışan kara kargaların peşisıra ilerliyormuş. Nihayet  kurukafa şeklinde görülen bir mağarada yolculuğu son bulmuş.

    Mağara oldukça ürkütücü görünüyormuş. Fakat oduncu buraya girmesi gerektiğini anlamış. Bir iki yutkunmuş ve göz gözün görmediği yankı mağarasına girmiş. Sımsıkı sarıldığı baltasıyla adım adım ilerliyormuş. Her adımla birlikte anlaşılmaz tıkırtılar fısıltılar işitiyormuş. Korku ile çevresine göz gezdirdiğinde ise parlayan dişler ve ateş gibi yanan gözler görüyormuş. Zavallı oduncunun kalbi güm güm atıyormuş.

    Gerisin geriye mağaranın girişine doğru kaçacak oluyor sonrasında doğacak çocuğu ve eşi aklına geliyormuş. Verdiği sözü hatırlayarak böylece kaçmaktan vazgeçiyormuş.

  “Kim var orda?” demiş oduncu.

Anında onlarca yerden cevap gelmiş.

 “ Kimm kimmm varr ooo kimmm varrr kimmm o varrr o kimm”

  Zavallı oduncu az kalsın korkudan bayılacakmış. Ama yine de seslerin olduğu yöne doğru ürkek adımlarla ilerlemiş. Her adımla birlikte kımıl kımıl sesler artarak devam ediyormuş. Her yandan parlayan gözler sivri keskin beyaz dişler görünüyormuş. Hatta o da ne? Bir tanesi elini ısırır gibi olmuş. İşte o zaman oduncu var gücüyle baltasını bir o yana bir bu yana sallamaya başlamış. Hemde ilerlemeye devam ediyormuş.

    Bir yandan eline yüzüne ayağına küçük ısırıklar alıyor ama öte yandan canavarların kırılan dişlerini duyuyormuş . Oduncu var gücüyle bağırırken canavarların çığlıkları da mağarayı dolduruyormuş.

  Oduncu gözleri kapalı şekilde bir o yana bir bu yana baltasını savurup bir hayli ilerlemiş. Ta ki yüzüne serin bir hava çarpıncaya kadar. Gözlerini yavaşça açtığında önce canavarların parlayan dişlerini ve gözlerini gördüğünü sanmış. Gözlerini kapatıp bir daha bakmış. O zaman fark etmiş ki bunlar gökyüzündeki yıldızlarmış. Oduncu yankı mağarasından sağ salim  kurtulduğuna inanamıyormuş. Sonra yerde parlayan şeyleri görmüş. Eğilerek irice olan iki tanesini almış. Bunlar canavar dişi değil beyaz mı beyaz çakıl taşlarıymış.

  Oduncu biraz önce ki hâline gülümsemiş. Nerede olduğunu anlamak için iki çakmak taşını vargücüyle birbirine vurmuş. O karanlık gecede taştan çıkan güçlü kıvılcımla birlikte etrafından yüzlerce karganın kanat sesini gelmiş. Oduncu hemen yere yatmış. Yaklaşık on dakika sonra yüzlerce kargadan geriye sadece dökülen tüyleri kalmış. Oduncu, çakmak taşını birbirine vurup yaktığı ateşle bir odun parçasını tutuşturmuş. Nihayet ortalık biraz aydınlanmış. Ve işte o zaman akağacı bulduğunu anlamış. Diğer ağaçlara hiç benzemeyen bu ağaç gerçektende çok farklı ve bir o kadar da güzel görünüyormuş. Oduncu olmasına rağmen hiç böyle bir ağaç görmediğini fark etmiş.

    Oduncu uçup giden kargaların ardından bir daha bakmış. Ortalıkta hiç karga olmadığını görünce biraz rahatlamış. Ama şimdi de bu ağacı kulübesine nasıl götüreceğini hiç düşünmediğini fark etmiş. Elinde meşalesi bir sağına bir soluna bakınmış. Geçtiği tepeler, köprüler ve geçit vermez sık ağaçların arasından bunu nasıl başaracağını kara kara düşünmüş. O arada şırıl şırıl akan ırmağın sesinden başka bir şey duyulmuyormuş. İşte o zaman oduncunun aklına parlak bir fikir gelmiş. Vakit geçirmeden bir daha baltasına sarılmış. Ve var gücü ile akağacı kesmeye başlamış.

  Daha öncesinde kara ormana girmeye cesaret edemeyen insanların aksine oduncu oralara kadar gelmişti. Korkusuz bir şekilde engellerin hepsini geride bırakmıştı. Hemde elinde ateşler saçan bir silah vardı. Kargalar hem çok korkmuşlar hem de bir o kadar  sinirlemişlerdi. Başlarında kral karga olduğu halde hep beraber gaklayıp kanat çırparak oradan hızlıca uzaklaşmışlar. Hep bir ağızdan gaklayarak şu şarkıyı söylüyorlarmış.

Gak gak gak

İntikam intikam

Kara bizim giysimiz

Kara bizim evimiz

Biz cadıyı isteriz  

Gak gak gak

İntikam intikam

Şimdi geldi sıra bize

Oduncunun evi nerde

Yıkıyoruz gitmeye

Gak gak gak

  Cadı kadın arabasıyla birlikte köyden uzaklaşırken yüzlerce kargayı gökyüzünde görünce ne yapacağını şaşırmış.

  Kara kargalar hep beraber hızlıca cadı kadına ve arabasına saldırmışlar.

“ Ne olur yapmayın, yapmayın “ diye çığlıklar atan cadı kadına acımamışlar. Sonrasında da hep beraber oduncunun evine doğru uçmuşlar.

   Bu arada bizim oduncu kesip devirdiği akağaca baltayı geçirerek nehre doğru sürüklemiş. Ağaca sapladığı baltasından tutunarak kendini hızla akmakta olan nehire bırakmış.

    Hızlı bir şekilde evine doğru ilerlerken yolda cadı kadına saldıran kargaları görmüş. Kargaların şarkısını duyunca da  onlardan önce evine ulaşıp karısını kurtarması gerektiğini anlamış.

  Oduncu nihayet  kulübesine ulaşmış. Kapı açık ve karısıda baygın şekilde yerde yatıyormuş. Karısını dikkatli bir şekilde sırtına almış. Hep bir ağızdan gaklayıp şarkılar söyleyerek yaklaşan kargalara görünmeden akağaca doğru ilerlemiş.

   Karısını terkisine alarak kestiği ağacı tekrardan ırmağın dalgalarına doğru bırakmış. Arkasını dönüp baktığında ise kara kargaların evini talan ettiklerini üzüntüyle izlemiş. Ve sessizce oradan uzaklaşmış.

   Güneş tepelerin ardından yavaş yavaş görünmeye başladığında oduncu ve kendine gelen karısı ırmaktan çıkmışlar. Oduncu ağacı da suyun içerisinden kenara çekmiş. Üzerine oturup biraz dinlenmişler.

   Karısı tüm bunlara sebep olduğu için ne kadar üzgün olduğunu söylemiş. Tüm bunlara sebep olduğu için pişmanlık içerisinde gözyaşı döküyormuş. Oduncu sessizce onu dinlemiş. Sonrada karısına sarılarak

 “ Evde olur eşekte olur. Sen bunlara canını hiç sıkma” demiş. “İyi ki sana ve çocuğumuza bir şey olmadı ya” diye eklemiş.

  Karısı kocasının bu anlayışlı tavrından dolayı çok mutlu olmuş. Bir daha tembellik etmeyip kocasına ve doğacak çocuğuna hizmette kusur etmeyeceğine dair söz vermiş.

   Oduncu cebinde duran iki çakmak taşını hatırlamış. Isınmak için ateş yakmak gerek diye düşünmüş. Ama etrafında taş ve kayadan başka bir şey görememiş.

   Baltasını alarak ak ağacı ortadan ikiye ayırmış. O anda hiç beklemedikleri bir şey olmuş. Ak ağaçtan çil çil altınlar inciler yakutlar dökülmüş.

   Meğer kara kargalar yıllar boyunca aşırdıkları her şeyi akağacın kovuğundan içerisine bırakıyorlarmış.

    Oduncu ve karısı sevinçle birbirine sarılarak mutlu biten maceraları için tanrıya şükretmişler.

  Gökten üç elma düşmüş. Birisi okuyanın ikincisi dinleyenin üçüncüsü de bir ağacın altında uzanıp dinlenen bir fizikçinin başına düşmüş.

Pabucumun Kralı (Masal)

   Bir varmış bir yokmuş. Bir zamanlar dört bir tarafı ormanlarla çevrili bir bataklık varmış. Bu bataklıkta pörtlek gözlü uzun dilli yeşil benekli bir kurbağa yaşarmış. Bay kurbağa cennet gibi gördüğü bu bataklığın ormanın en güzel yeri olduğunu düşünürmüş. Nilüfer yaprağından sandalı ile sabahtan akşama bir o yana bir bu yana gezinir dururmuş.

   Bir gün bataklıkta gezinirken aklına buranın kralının kim olabileceği düşmüş. Bu düşünceyle etrafına bakınmış. Bir ceylan ailesi gözüne çarpmış. Anne ve baba ceylan ile yavruları su içmek için bataklığa gelmişler. Uzun bacakları, minik kuyrukları, güzel gözleri ve benekli derileriyle ne kadar da alımlı görünüyorlarmış. Bay kurbağa, böyle güzel bir bataklığın kralı da aynen böyle güzel görünmeli demiş. Sevinçle kral ilan ettiği ceylan ailesine doğru ilerlemeye başlamış.

    Ürkek ve tedbirli hareketlerle ormanı kontrol eden ceylan ailesi bataklıktan yaklaşmakta olan tehlikeyi fark edememiş. Bay kurbağa bir çift gözün bataklığın üzerinden hızlıca onlara doğru yaklaştığını  görmüş. Bunun bir timsah olduğunu anlayınca

 “ Vrak Vrak Vrak” diye vraklamaya başlamış. Ama ne yaptıysa zamanında ceylanları uyarmayı başaramamış.

  Burunlarının dibine kadar gelen timsah kocaman ağzını açıp bir lokmada yavru ceylanı yakalayıvermiş. Zavallı anne ve baba ceylan ne kadar çabaladılarsa da yavrularını bu korkunç timsahın pençelerinden kurtaramamışlar.

  İri gözlerinden yaşlar akıtarak üzgün bir şekilde ormanın derinliklerine doğru kaybolmuşlar.

  Gelgelelim bizim bay kurbağa onların gidişini bile fark etmemiş. Çünkü çatır çutur ceylanı yiyen timsahtan pörtlek gözlerini ayıramıyormuş. Bir yandan da hayranlıkla timsahın kocaman çenesiyle bir hamlede ceylanı yakalayıp afiyetle yemesini düşünüyormuş. Yapraktan sandalı ile yavaş yavaş bu korkunç timsaha yaklaşmış. Uzun kuyruğu, sivri dişleri ve keskin pençeleriyle yeni krala selam durmuş.

“Vrak Vrak Vrak”

  Tam o esnada gümbür gümbür bir ses duyulmuş. Ormanın içerisinden gürültülü şekilde kalabalık bir boğa sürüsü çıkmış. Koştura koştura gelen boğalar timsahla karşılaşınca ilk önce korkup bir iki havaya sıçramışlar. Ama galiba timsahın suda daha tehlikeli olacağını düşünerek onu hemen bir çember içerisine almışlar.

  Timsah bir o yana gitmeye bir bu yana geçmeye çalışmış. Ama boğaların rahat rahat su içmesi için timsahın bataklığa girmemesi gerekiyormuş. Bu yüzdende boğalar var güçlerini kullanarak timsahın kafasına kuyruğuna pençesine basıp tekmelemeye başlamışlar.

  Timsah az sonra cansız bedeniyle oracıkta yığılıvermiş.

Bay kurbağa bir hayli yaklaştığı kıyıda tüm olanları görmüş. Ama artık eski ürkütücü halinden eser kalmayan timsaha bakmıyormuş.

“ Vrak Vrak Vrak”

  İri boynuzları heybetli görüntüleri güçlü bacakları ve simsiyah derileriyle pörtlek gözlerini boğalardan alamıyormuş. Böylece bu güçlü boğaların bataklığın yeni kralı olduğunu anlamış.

  Boğalar kırbaç gibi salladıkları kuyruklarını bir o yana bir bu yana savurup duruyorlarmış.

  Bay kurbağa bir hayli yaklaşınca boğaların kuyruklarını sebepsiz yere sallamadıklarını anlamış. Çünkü  ceylan yavrusu ve timsaha gelen sineklerin boğaları da rahat bırakmadıklarını görmüş.

   Bay kurbağa tam kıyıya yaklaşmışken sineklere dayanamayan boğalar hep birlikte geldikleri gibi gürültülü bir şekilde ormanın içerisine doğru kaçışmışlar.

  “Ne yani” demiş. “Bu koca hayvanlar şu dilimle yakalayıp yuttuğum küçücük sineklerden mi korkup kaçıyorlar?“

 Keyifle “ Vrak Vrak Vrak” diyerek böylece bataklığın yeni kralını ilan etmiş.

   Sabah güneşinin aheste aheste doğduğu cennet misali bu güzel bataklığın artık bir kralı bir sahibi varmış.

   Bu yepyeni günde haşmetli kral pörtlek gözlerini küçük bir dert ile açmış. Çünkü yeni kralın üzerine giyeceği kıyafetleri yokmuş.

  Kral dediğinin bir tacı olmalı deyip hemencecik kafasına yarım bir yer fıstığı kabuğu geçirmiş. Güzel olmuş ama sanki bir şeyler eksikmiş.

    Hemen suya eğilip aksini izlemiş. Tabii ya, elinde bir asası eksikmiş. Şöyle bir etrafını süzmüş. Ve yerde ucu yanmış bir kibrit çöpü görmüş.

    Mutlulukla “ Vrak Vrak Vrak” diyerekten gidip hemen onu almış. İşte şimdi kendini azametli bir kral gibi hissediyormuş.

   Yapraktan kayığıyla bataklığını gezen yeni kral daha önce buralarda görmediği bir kuşu fark etmiş. İnce gagalı, uzun bacaklı, bembeyaz tüyleri olan bir leylekmiş bu.

    Meğerse beraber göç ettiği arkadaşlarını kaybeden leylek birazcık dinlenmek için bataklığa inmiş. Bir taraftan da arkadaşları acaba nereden gitmiş olabilirler diye gökyüzüne bakınıyormuş.

    “Vrak Vrak Vrak” diye bir ses duyunca irkilerek sağına soluna bakınmış. Etrafta bir yaprağın üzerinde kafasında yarım fıstık kabuğundan şapkası olan elinde yanmış bir kibrit çöpü taşıyan garip bir kurbağadan başka kimseyi görememiş.

    Yaygaracı kurbağayı pekte dikkate almayan leylek birazcık daha dinlenerek  göç eden arkadaşlarını yakalamak istiyormuş.

    Kral kurbağa bir an bile kendisiyle ilgilenmeyen vraklamarını duymazdan, kendini görmezden gelen leyleğe çok kızmış. Ona haddini bildirmek istiyor ama ne yazık ki buna gücü yetmiyormuş. Gözlerini bir an bile leyleğin üzerinden ayırmadan  “Vrak Vrak Vrak” diyerekten zıplayıp duruyormuş.

    Leylek bakmış olacak gibi değil kocaman kanatlarını açarak havalanmaya başlamış. Fakat kendisini rahatsız eden bu kurbağaya bir ders vermek istemiş.

    Kral kurbağanın kibrit çöpünü yakalayarak uçmaya başlamış. Kral kurbağa tabii ki asasını bırakmamış. Böylece o da leylekle beraber yükselmişte yükselmiş.

   Kurbağa hâlâ vraklayıp duruyormuş. Ama hiç oralı olmayan leylek bulutlara kadar çıkmış.

  Kral kurbağa başındaki tacı rüzgarda savrulunca aşağıya doğru bakmış. Her şey ne kadar da küçük görünüyormuş. Sahi şu küçücük leke kadar görünen yer miymiş bataklık?

    Artık vraklamayıda bırakan kurbağa korkuyla sus pus olmuş.

   Leylek uçmuş uçmuş sonrada zavallı kurbağayı oracıkta boşluğa bırakmış.

   Kibirli kurbağa yere düşerken dünyanın ne kadar büyük bataklığın hele hele kendisinin de ne kadar küçük olduğunu düşünüyormuş.

Genç Yazar ve Dondurmacı ( Öykü)

  Büyük bir alışveriş merkezinin sigara içenlere ayrılan teras katındaydım. Dört yıl önce faaliyete geçen bu bina uzun yıllar boyunca kentin eski alışveriş güzergahının ekmeğini yiyen esnafın başını çektiği kötülemelere maruz kalmıştı. Kurulduğu zeminin seneler seneler evvelinden bataklık olduğunu eski adamların bunu rahatlıkla hatırlayacağını alimallah gün gelip içindeki müşterilerle beraber yerin altını boylayacağını oranın havasının bu yüzden sivrisinekleri çektiğini söylüyorlardı. Bina arsasının belediye yetkililerince nasıl ranta dönüştüğünü ihtiyaç olmamasına rağmen bu yapının bazı gizli emellerin ürünü olduğunu da ‘bizden duymuş olmayın ama…’ modunda usulca dillendirmektende geri durmuyorlardı. Ne de olsa inşaat alanına nal gibi diktikleri levhada bile mimarlık şirketi karşısında ‘Amerika’ yazıyordu ya yetmez miydi? Böylelikle kurdukları bu alışveriş merkeziyle yerli esnafı bitireceklerdi. Gün gelecek onlardan gayrı hiç kimseye buralarda ekmek yedirmez olacaklardı. Ama evelallah sonra halkın feraseti bu oyunuda bozacaktı.

   Yerli müteahhitlerin aksine ‘nal gibi levhada’ yazan iş gününde hazır olan alışveriş merkezi kelli felli adamların da iştirakiyle büyük bir coşkuyla açıldı. Bir yanda yurt çapında tanınan popçular öbür  yanda rengarenk elbiseleri, kırmızı ponpon burunlukları, ucu çiçek açmış uzun komik ayakkabılarıyla palyaçolar toplanan kalabalığa büyük bir şenlik havası yaşattılar.

  Dönerli otomatik kapıların zaman makinası gibi insanları içine alarak bambaşka bir dünyayı aralaması halkın merak ve coşkusuna yakışır bir karşılamaydı doğrusu. Önü alınamaz bir sel misali binanın içerisine akan insanların daha ilk günden burayı çok seveceklerine dair bir işaretti bu. Kiralanan iş yerlerinin bir kısmında bilindik markaların isimleri göze çarparken hiç azımsanamayacak sayıdaki diğer lüks mekanlarda ise çarşı esnafından tanıdık simalar göze çarpıyordu.

  ‘Hayırlı olsun’ minvali gönderilen çelenklerin arasında yerini alan eskinin ‘esnafı’ şimdinin ise ‘mekan sahiplerinin’ en az duruşları kadar seslerine yansıyan gurur yüklü sözleri duyuluyordu.

  “ Azizim ben her zaman söylerim: bir şeyler alıp satan kişi zamanı iyi okuyacak. Değişen şartlara göre davranacak. İnat edipte eskiye takılanın vay hâline…” deyip açılışa özel meyve suyu ikram ettiği ahbabına akıl vermeye devam ediyordu. “ Burası çok iş yapacak çok. Gelecek burada. Elin Amerikalısı taa oralardan kalkıp gelir miydi yoksa? Yaa tamam biz onlara kira veriyoruz belki ama onlardan da vergi alıyoruz değil mi ama canım? Hem öyle dar düşünmemeli. Para yani sonunda bu. İster Amerikalı olsun isterse Avrupalı.” Diyordu. Ahbabının  “Buranın zeminini bataklık falan diye duyardık.”  sözüne önce bardağından koca bir yudum alarak bir an görünüp kaybolan hicabıyla, “Ya olur mu öyle şey. Aksine buranın dibi kayalık. Hatta inşaatında çalışan bir iki kepçenin küreği kırılmış falan diye duydum ben. O kadar ki yani” diyerek cevap veriyor evvelden beri burasını şehrimize kazandıran yetkililere de duacı olduklarını söylemeyi ihmal etmiyordu.

   Burası başka bir âlem gibiydi. Yaz- kış sıcaklığın değişmediği geniş ve renkli salonları, insana bir tür havailik hissi zerkeden alttan alta duyulan müziğin rehaveti, elleri lebalep çanta dolu tasasız bir avarelikle dolaşanların kaygısız tavırları bulaşıcı bir mahiyet taşır gibiydi. Burada bulunmayı seçenlerin ekserisinde gündelik dertlerini dışarda bırakarak  terapi görüyormuş gibi melül bir ifade okunuyordu yüzünde.

   Oturduğum yerden bakındığımda genel hatlarıyla manzaranın bana verdiği şey bir umuttu. Umudun resmini pekâlâ mutluluk gibi pek çok şekilde kağıda aktarabilirdi bir insan. Ama rengi kesinlikle yeşildi. Çünkü kök budak salarak boy atacak yaprak açıp çiçek olacak sonrada meyveye duracak şey illa ki yeşilden çıkardı yola. Ve ben şu anda yeşil toz bulutlarının üzerinde gibiydim. Etrafımda gördüğüm her insanı ilerde yazacağım öykünün kahramanı veyahut ambiyansını oluşturacak malzemeler gözüyle süzüyordum.

   Belki beş dönüm arazi üzerine kurulan bu koca binada umumî tuvaletlerden sonra tek para harcamak zorunda olunmayan yer burasıydı. Ve belki ben yaklaşık iki saattir burada oturup sabırsızlıkla bana gelecek telefonu bekliyor da olabilirdim. Ve belki zavallı eşimle küçük çocuklarım sırf cebimdeki üç kuruş metelikle sefaletin bir kaç adım ötesinde bulunuyor da olabilirdik. Ama bende ki şu hayal dünyası hikâyeler yazma istidadı ve hatta resim çizme kabiliyeti olduktan sonra bunları dert etmeye değmez görüyordum. Nihayetinde ressam ve yazarlık dediğin şey ilham ve cömertliğini fakirlikte gösteren bir lütuftu. Adını tarihe yazdıran kaç sanatçı altın emziğiyle dünyaya merhaba demiştir ki sanki. Yok yok, eşim aylardan hatta yıllardan bu yana boşu boşuna günahıma giriyor bir türlü paraya dönmeyen ekmek olarak eve girmeyen emeğime ve çabama etmedik laf bırakmazken büyük bir yanlış yapıyordu. Meşhur olup bu işlerden çok çok paralar kazanmaya başladığımda onun o mahcup ve pişman hâlini zengin hayal gücümle karşımdaymış ve o an yaşanıyormuşçasına kafamda canlandırıyordum. Tabiiki affedecektim ama bir parçada olsa bana inanmayarak ne denli büyük bir yanlışlık yaptığını bir sanatçıya yakışır üslubumla belli etmeyi de düşünmüyor değildim.

   Vay be. Kim bilir nasılda güzel olacaktı o günler. Çıkan kitabımın haberleri çarşaf çarşaf gazetelerde dergilerde billboardlarda yer alacak insanlar imza kuyruklarında büyük hayranlıkla takip ettikleri yazardan bir çift kelam ve kitaplarına işlenen bir kaç kelime için nasılda saatlerce kuyruklarda bekleyeceklerdi. Acaba imza attığım kitabın yanına ne yazmalıydım? Sahi hep aynı şeyleri yazacak olsam olmaz; bana yakışmazdı. İhtimal hem çoğu hevesli insanın hayatına yön verecek bir manifesto olacaktı bu. Öte taraftan tek tek ilgilenecek olsam çok zaman geçecek ve bu arka sıralarda bekleyen hayranlarım için hiçte iyi olmayacaktı. Hem böyle bir durumda hafazanallah arbede yaşansa ve bunu medya haber olarak verse. Sonra ne bileyim genç yaşına rağmen kariyer basamaklarını hızla tırmanan başarımı ve yeteneğimi kıskanan diğer yazarlar bunu verip veriştirmek için bir fırsat olarak görüp değerlendirseler. Of ki ne of. Gayrı ihtiyari adını ve yüzünü bilmediğim müstakbel rakiplerime karşı içimde kabarıveren bir öfke oluşmuştu. N’apacaktım ben bunlarla?

  Herşey bir küçük temasa bakıyordu. Onca yıldır büyük emeklerle meydana getirip kısmen sağlam bir mağaza poşetine tepeleme dolan çalışmalarım gün yüzüne çıkmak için küçük bir iltifat ile az biraz da meblağ bekliyordu. Ondan sonra domino taşları gibi herşey peşisıra gerçekleşecek ve kendimi yıllarca hayalini kurduğum yerde bulacaktım. Sahi neden çalmadı bu telefon? Bir hayli de zaman geçti.

  Bir taşra şehrinde yaşamanın en büyük sıkıntılarından birisiydi bu. Pek çok edebi yarışmaya katılmış pek çok dergi ve yayınevine yazılarımı, denemelerimi, öykülerimi göndermiş ama taş duvar olmuşlar adamakıllı bir cevap bile vermeye tenezzül etmeyerek beni derin hayal kırıklığının kör kuyularında bırakmışlardı. Her defasında bu kez olacak umuduyla sarıldığım kalem kağıt işlerimi koca çenemi tutamayarak ilerde yaşayacağımız mutluluğa şimdiden aşina olsunlar diyerek peşin peşin eş dostla paylaşmıştım. Akabinde tüm bunlar bir fil hafızasına sahip eşim tarafından kronolojik başarısızlık çeteleme bir çentik olarak işlenmesinden öte bir işe yaramamıştı. Ama bu defa başkaydı.

   Dondurması ve edebiyatı ile meşhur bu kentin marka değerini tüm dünyayla paylaşmak için düzenleyeceği festival bana uzun zamandır aradığım fırsatı sunuyordu. Böylece oturup günlerce ne yapabileceğimi düşünmüştüm. Nihayetinde dondurmanın tarihçesini güzel bir kurguyla bu kente göre uyarlamıştım.

   Uzun uzadıya anlatmadan gereksiz yere dikkat dağıtmadan evrensel bir tarzla oluşturduğum bu kısa öykü hem akılda kalacak hemde özellikle çocukların çokça ilgisini çekecek gibi görünüyordu. Hatta resim yeteneğimin tüm hünerlerini kullanarak yaklaşık on günlük yoğun çalışmayla nihayet ortaya fevkalade başarılı çizgi roman tarzında hazırlanan bir fasikül çıkmıştı.

   Bu iş için istediğim meblağ son derece komik bir rakama denk gelse de bunun bana sağlayacağı moral desteği benim için çok daha önem arz ediyordu. Uzun geceler boyunca elimde kalem kağıt hummalı bir çabayla etrafımdan soyutlanarak giriştiğim bu mücadele karımın gözünden kaçmıyordu. Tüm ısrarlarına rağmen bu defa iş olasıya kadar ne ona ne başkasına bir şeyden bahsetmeyecektim.

    Hazırlamış olduğum çalışmayı alışveriş merkezinin en bilindik köşesinde iş tutan büyük yerli bir markaya sundum. Gösterişli ışıl ışıl salonunda bordo renklerin hâkimiyeti göze çarpıyordu. Ellerinde tatlılar dondurmalar ve çeşitli içeceklerin dolduğu tepsileri müşterilere servis eden garsonlardan müsait olan birisini durdurarak “ Pardon. Buranın yetkilisiyle görüşebilir miyim acaba?” diye sordum. Garson bir müşteriden çok elinde rengi solup ismi yarı yarıya silinen içi kağıt dolu poşetiyle aşağıdan yukarıya beni şöyle bir süzdü.  Sonrasında  “Ne için aramıştınız beyefendiyi?” diye sordu. “ Ben ressamım. Bir proje için konuşacaktım ‘ beyefendiyle’.” Diyerekten kiminle muhatap olduğunu bilsin istedim. Nihayetinde sabahtan akşama dolup boşalan bu mekana her zaman sanatçı taifesinden adam gelmiyordu ya. Hem zaten yakında kimseye kendimi anlatmak tanıtmak zahmetine girmeyecek insanlar “falancayla muhatap oldum” diyerek birbirlerine beni anlatacaktı. Ama şimdilik bu prosedüre uymaya tabiiydim. Az biraz sonra oturduğum yere hızlı adımlarla mekanın sahibi olarak varsaydığım adam geldi. Yanılmamıştım. En az yürümesi kadar konuşması da hızlıydı. Zar zor takip etmekle birlikte konuşması arasında “ hızla büyüyen markalarını”, “ yeni açılan fabrikalarını”, “ yurt dışına açılarak evrensel ölçekte bir şirket olma arzularına” dair sözleri yakalamıştım. Ayrıca gerek tavrı gerek genel duruşuyla milli ve yerli değerlere dair bağlılığı şehirlerine has kültürel ve eğitim alanındaki yatırımlarından da bahsetmişti. Ben doğrusu bu hizmetlerine hiç rast gelmemiştim. Tabiiki bunu ona söylemedim. Ama koca esnafın yalan söyleyecek hâli yoktuya. Dinledim, dinledim, dinledim. Şirketinin kısa ölçekli tarih bilgisine ve erdeme dair olumlu iş ahlakıyla kuşanmış karakterine dair bolca malûmat sahibi olmuştum. Sanırım sıra bendeydi. Büyük bir özenle günler haftalar süren çalışmalarımın bitmiş hâlini üzerine cam yerleştirilen masaya yaydım. Mekan sahibi bir yandan elinde göz gezdirdiği çalışmalara bakarken ben de işin teknik ve inceliklerine dair kendisini  bilgilendiriyordum. Yaklaşık bir on dakika sonra, “ Güzel olmuş elinize sağlık. Ama keşke orkide yetişen dağlarımızdan ve dondurmanın nasıl yapıldığına dair bilgilerden de bahsetmiş olsaydınız” dedi. Bahsetmiştim. Ama sonuçta bu bir yemek tarifi olmayacaktı. Hem yerel unsurlar lehine dengenin bozulmasının hikayenin evrensel kurgusunu bozacağını söyledim. Zorda olsa ikna olmuştu. Komik olarak gördüğüm meblağ dondurmacıyı güldürmemiş var olan ücreti daha da aşağıya çekmişti. Uzatmayarak tamam dedim el sıkıştık. Sonuçta ortaya çıkacak eserde adım görülecek böylece ilk domino taşı da devrilmiş olacaktı. Bu sıralar popüler olan kareli ceketle parlak kol düğmelerinin cafcaflı modasına uyan dondurmacı bir müddet daha düşündü. Ve  “ Tamam. Bu çalışmayı başka dondurma firmalarına göstermenize gerek yok. Bunu satın alıyorum. Ama bir defada yönetim kuruluyla paylaşmak isterim” dedi. Bunun üzerine ücretimi ya da önden biraz para vermesini istedim. Hem festivale de çok bir zaman kalmamıştı. Sonuç olarak bu döneme özel bir çalışmaydı bu. Kaygılarımı anladığını fakat işlerin bu şekilde yürüdüğünü ve sözünün senet olduğunu söyledi. İçimdeki olumsuz düşünceleri duymazdan geldim. Ve inanmak isteğimin yönlendirmesiyle ne dediyse kabul ettim. Ne kadar mutlu olursam o kadar ki gerçekleşeceği umuduyla günleri geçirdim. Hatta yenilgiye alışkın diğer tarafımın inadına bu durumu büyük bir sürpriz olarak eşimle paylaşarak iddialı olduğumu ortaya koymuş oldum.  

  Dondurmacının telefonunu bir kaç defadan sonra düşürebilmiştim. Sonuç olarak söylediği günde en fazla saymaktan korktuğum para kadar kalan umudumla beraber teras katta ki hasır görünümlü plastik sandalyeme oturmuş saatlerdir bekliyordum işte. Gözüm telefondaydı. Bir an önce paramı alacak kim bilir belki de basımı yapılan üzerinde ‘ yazan ve çizen’ olarak adımın yazdığı fasikülü bile görebilecektim. Evet bir hayli beklemiştim. Ama değecekti…Sahi neden bir türlü çalmamıştı şu telefon. En iyisi biraz da aşağıda beklemekti. Belki dondurmacı gelmiş ve aramayı unutmuştu değil mi canım? Olamaz mıydı yani? Zaten ellerinde şeffaf eldiveni üzerinde solmaya yüz tutan kırmızı cepkeni olan şu temizlikçi herkesin aksine  bir dal cigara bile içmeden saatlerce bir kafedeymişçesine oturan benden işkillenmiş gibi duruyordu. Belki de adam benim farkımda bile değildi. Ama artık kalkmam gerektiğini biliyordum.

  Cam kapılı lüks kafede ürkek adımlarla ilerledim. Bir önceki geldiğimde beni karşılayan garsonu tanımıştım. Hoş o beni yine tanımamıştı. Tepeleme dolu masa ve sandalyeler arasında zor bela kendime bir yer bularak ‘İhtiyar Balıkçı ve Deniz’ adlı yarım kalan kitabıma kaldığım yerden devam ettim. Yüz küsur baskı yapan, filmleri çekilen, ödüllere doymayan bu novellada seksen dört gündür oltasına balık vurmayan yaşlı bir adamın hayat mücadelesi anlatıyordu. Pek yakınlık sezemediğim garsonu yanıma çağırarak patronunu sordum. İçeriye sorup geleceğini söyleyerek benden aldığı siparişle beraber içeriye doğru yürüdü. Koridorun sonunda ki loş odaya gelince garsonun gözle görülür derecede değişen duruşuna bakılırsa dondurmacıyla konuşuyor olmalıydı. Heyecanlanmıştım. Nihayet umudumun filizlenip yeşile çalacağı an bu an yer ise tam olarak burasıydı. Hele hele o kare ceketi ve parlak kol düğmelerinin bir iki görüntüsünü de yakalayınca tam olarak emin olmuştum.

 Az biraz sonra çay ve abur cuburlarla garson geldi. Siparişleri masanın üzerine ivedi hareketlerle yerleştirirken  “Patron yokmuş abi. Bugün gelmeyecekmiş. Bu aralar yoğun biraz” deyip cevabımı bile beklemeye tenezzül etmeden hesap kartını bırakıp geldiği gibi uzaklaştı. O anda ne denilir ya da ne yapılabilirdi. Kalkıp gitmeli miydim yoksa sözüm ona sözü senet olan dondurmacıya bir çift laf mı etmeliydim: bilemedim. Aklıma “ bırak bu boş işleri” diyen eşim geliyordu. Olmamıştı ve belki de hiç bir zaman da olmayacaktı. Belki bende yaşlı adam gibi boşuna kürek çekmiş boşuna yormuştum kendimi ve sevdiklerimi. “Yenilmedim aslında, belki biraz fazla açıldım, o kadar.. “  diyen Santiago gibi kader pusulasında ibrenin her daim kaybeden olarak gösterdiği bahtımı kabullenerek çayımdan son bir yudum daha aldım. Cebimdeki son kuruşları dondurmacıya bırakarak iki elim cebimde oradan uzaklaştım.

Yarınların Yazarı (Öykü)

   Tek tük yıldızlar feri sönmüş köz gibi mecalsiz bir şekilde havada salınıyordu.

   Dar sokakların izbe karanlık köşelerindeki çöpleri  eşeleyen uzun kuyruklu kara kediler yiyecek arıyor yer yer tedirgin parlak gözleriyle de en dipsiz kuytuları taramaktan geri durmuyorlardı.

 Soğuk ayaz evlerin önce kapılarını, cevap alamayınca da en az gece kadar karanlık pencerelerine vurup kaçıyordu.

   Dolunayın ışığı ile yıkanan şehir bir ayna kadar net ve bir ölü kadar soğuk görünüyordu. Kabusu andıran bu uğursuz  gecenin şahidi olmak istemeyen niceleri kalın yorganlarının altında huzursuz bir uykunun kollarında sabaha uyanmayı diliyordu.

  “Uyudu mu?”

 “ Çoktandır sesi çıkmıyor. Ama sanmam ki uyusun. Malûm ıstırabı yudum yudum içen bir bünyesi var. ”

“ Bakıyorum da yazdığı kelimeler, seninde dilini bir hayli ağdalaştırmış karalama defteri” dedi kinayeli bir üslupla lügat.

   Ajanda defteri, kendisine ‘karalama defteri’ denmesinden sanılanın aksine farklı bir keyif alıyordu. Böylelikle yazarın öylesine bile olsa yazdığı her yazı, aldığı her not geleceğe düştüğü her anekdot büyük bir fikir yangınına vesile olacak kıvılcımlar gibiymiş gibi hissettiriyordu. Evet bu yazılanlar belki tam değildiler hatta imla kılavuzunun her defasında kendisine sataşmasına sebep olacak kadar yazım hatalarıda vardı. Yine de hiç kimse belleğin ilk olarak düştüğü bu satırların ne kadar önemli olduğunun aksini iddia edemezdi ya.

    Nihayetinde en yakın dostu günlük ile konuşmalarında sahiplerinin o büyük iddiasından haberdar olmuştu. Ne demişti sahi günlük kardeş, “adam öyle böyle değil çok dolu; ‘ip yumağı gibi aklım, karmakarışık’ diyor ve aklındaki düğümleri kalemine geçirdiği ilmikle açıyormuş.”

   Anlaşılan her şey bir zaman meselesiydi. Hoş, her ne kadar takvim onların bu konuşmalarına yapraklarını dökercesine kahkahalarla gülerek cevap vermişti ya neyse. Neymiş efendim, ‘kusura bakmasınlar, şu yere savrulan yapraklarda imiş gelecek vadeden yazarımızın hedefleri, bunlara ulaşacağı ay ve günlerin dipnot tarihleri.’

  “ Uyudu mu?” diye bir daha sordu belirgin şekilde belli olan kırgın sesiyle kırmızı haki renkli dolma kalem. Artık matlaşan kaplaması ve lekelerle gölgelenen gövdesindeki derin kırığıyla onca zamana karşın yine de görenin içini sızlatıyordu.

   “Ne yapacaksın uyuyup uyumadığını” diye cevapladı üstteki kalemlikten ters ters bakan fırça. Kalemin aksine tüyleri pürüzsüz ve bir o kadar da sağlıklı görünüyordu. Yeni nesil su hazneli gövdesi ve üzerinde ki belirgin şekilde okunan ‘Made in Spain’  amblemiyle bir hayli alımlı görünüyordu.

 “ Yani uyanık olsa seni eline alacağını mı düşünüyorsun sidikli” deyivermişti fırça.

   Perdesi açık camdan çalışma masasının üzerine düşen ayışığında belli belirsiz altına akıtan kalemin kurumuş koyu lekesine dikkat kesildi herkes. Bir zamanlar sahibinin gözdesi dolmakalem, kırmızı renginin içerisine gizlendiği hicabıyla yönünü öbür tarafa çevirdi. Kendisinin bile zor işitebileceği bir sesle “Hiçte bile” diye söylendi.

  Ajanda içten içe sahibinin eline bulaşıp sayfalarına mürekkep lekeleri konduran dolmakaleme kızgında olsa onu savunmak zorunda hissetmişti. Ne de olsa onca zamandır sahibinin yazarlık serüvenine beraberce yarenlik etmişlerdi.

  “Daha dün geldin ama bakıyorum da o süpürge ağzınla ortalığı toza bulamayı iyi beceriyorsun.  Sen bir hevessin koçum; bugün var yarın yoksun.” dedi.

   Aynen fırça gibi Avrupa menşeli olan ergonomik kapağını hışımla açarak cevap verdi tasarım harikası suluboya.

“ Bana bak şırfıntı, seninle dünü yaşadı da ne oldu? Baktı senden yarına umut yok, koydu attı kenara. Buradan belli oluyor sararmış kağıtların.”

  Ajanda, kırmızı şeritli ayraç ipini bir kırbaç gibi savurmak istedi: ama tabii ki bunu yapamadı.

    Bulutları kovalayan, ağaçları sallayan, pencerelere vurup kaçan fırtınanın sesi dışarda olsa da soğuğu odaya vurmuş gibiydi. Malzemelerin el ayak çekilipte baş başa kaldıklarında birbirlerine sataşmaları yeni değildi. Fakat yine de fırçalar hariç buna pek alışabildikleride söylenemezdi.

    Aslında herkes daldan dala atlamayı pek seven sahiplerinin bir zamanlar kendilerine tahsis ettiği bu odanın müdavimlerinin sıkça değişmesine alışkındı. Renk renk boyalar, duvarlara asılı büyük boy yazar portreleri ya da özellikle Van Gogh’a ait kopya resimler, çeşit çeşit kalemler, çizim defterleri, irili ufaklı ajandalar ve daha nelerde neler… Hepsi tamam da sonrasında önce kitaplığın baş köşesine kurulan ve ilerleyen yıllarda ikiden üçe, üçten dörde çıkan aile fotoğrafları ile hiç ummadıkları bir sona gelmişlerdi işte. Hele hele tel çamaşırlığın o uyumsuz ve çirkin varlığı ile kirlenen odalarının yumuşatıcı kokulu ıslak çamaşırlarla boşalıp dolması doğrusu hepsinin üzerinde yıkıcı bir etki bırakmıştı. Ne yani kim bilir hangi edebi eserin ve hatta kendi alanında çığır açacak bir resmin meydana çıkarılacağı bu oda bir çamaşırlık mı olmuştu?

 Aniden başka yerden ‘çat’ diye bir ses duyuldu ve yaramaz rüzgar şaşkın bir serçe gibi odaya dalıverdi. Zavallı ajandanın deri görünümlü kapağıyla solgun sayfaları birbiri ardına hışımla açılıverdi. İhtimal kendisinin bile unuttuğu beyazlı sarılı küçük notlar birbiri ardına havaya savruldu.  Neler yazmıyordu ki bu küçük kağıtlarda…  Taslak hâlindeki öykülerin başlangıç ve bitişlerine dair tümceler, her biri diğerinden farklı türde roman içeriklerine dair ipuçları, yayınevlerine yazılacak popüler kitap projeleri, çocuk dergileri için hazırlanan erdeme dair çizgi roman fikirleri, spor proğramlarıyla ulaşılması gereken hedefler ve nihayetinde beste yapacak kadar gitar çalmayı öğrenecek zaman çizelgesi yukarıdan aşağıya aheste aheste dökülmeye başladı.

   Koridorun sonunda ki yatak odasından bir an ses gelir gibi oldu. Kararsız bir eyleme ait gel git hareketlenmeler hepsinin bir müddet susup kulak kabartmasına neden oldu. Neyse ki sahipleri ya da daha fenası kendilerinden pek hoşlanmadığını her fırsatta dile getirmekten bir an bile vazgeçmeyen eşi gelmemişti.

    Kanepenin altından tok bir ses duyuldu.

  “Vay be gitar kardeş görüyor musun şu kağıtta yazanı?”

“ Ne yazıyor dambıl kardeş kusura bakma da zalım sahip bir türlü öğrenemedi beni diklemesine koyması gerektiğini; hoş şimdi de sapım yamuk yumuk oldu, belim tutuldu. Bir yana eğilemez oldum. Sen oku Allasen”

   “Aman be gitar kardeş ne kadar da klasiksin ”

“ Ne oldu gene; ne yaptım ben yahu ?”

  “Ya yok bir şey, o eski günler geldi aklıma”

“ Nasıl yani, hangi anılarımızmış aklına gelen”

 “ Hatırlıyorum da sahibimizin  bir gün parlak siyah kılıfında seninle beraber içeri girdiği o gün geldi aklıma. Hoş tamda o gün itelemişti beni kanepenin altına; tozun içine.”

 “ Eee anlat bakalım bay dambıl, yıllardır sessizce içine attığın ağırlıklarından kurtul o vakit.”

 “ Kızmaca darılmaca yok gitar kardeş. Konuşuyoruz öylesine. Şu önüme düşen notu görünce aklım gitti geçmişe.”

  “ Ya yok anlat sen”

   “Tamam o zaman. Anlatıyorum.”

  Doğrusu bizde merak etmiştik. Çoktandır kanepenin altında olan ve nerdeyse bizim bile varlığını unuttuğumuz az birazcık mavi renkte olduğunu hatırladığımız dambılı sessizce dinlemeye koyulduk.

“ Seni çalabilmesi; kaslarının şişipte senin o nazik tellerine halel gelmemesi için beni buralara iteledikten hemen sonraydı… Bundan daha kötü ne olabilir diye sormuştum kendime.”

 “ Evet sonra?”

  “ Sonra mı? Sonra seni kılıfından çıkarıp öğrendiği 1-2 notayı çalmaya başladı.”

“ Sonra ? ”

“ Sonra tekrardan 1-2 nota daha çaldı.”

 “ Evet sonra?”

 “ Sonra mı? Hah  hah  hah hah…”

 “ Ya sonra?”

 “ 1-2 nota daha çaldı.”

 “ Yani bunun nesi komik onu anlamadım.”

 “ Ya tüm gün ve hatta tüm o haftalar boyunca sadece o birkaç notayı çaldı durdu. Hah hah hah hah. Allah’tan senden de sıkıldı da bizde erdik rahata.”

 “ Aman ne komik”  diye homurdandı gitar.

Uzun zamandır yüzeyi toza bulanmış halter,

“ Aman ne klasik(!) tepki ” diyerek  kahkahalarına kaldığı yerden devam etti.

  Anlaşılan bugün herkesin konuşacağı tutmuştu. Nostaljik görünümlü radyonun yanındaki sarımtırak kupa bardak o kırçıl sesiyle mırıldanmaya başladı.

 “ Hepimizin değişmez kaderi bu arkadaşlar. Hey gidi günler hey! Daha dün gibi hatırlıyorum ‘geceleri erkenden uyumamak’ için beni satın aldığı o günü. Hatta hatırlıyorum da o vakitler bana en yakın yoldaşı olduğunu söyler şu emektar radyodan çıkan şarkılarla ve benden içtiği yudum yudum çaylarla sabahlardı. Sonrası bilindik hikaye… Önce daha az yıkanmaya başladım. Sonrasında bizi birbirimize pek yakıştırdığı kapalı çarşıdan aldığı çay kaşığını kaybetti. Hoş sonrasında bir şekilde bulup getirdiği zavallı kaşığı aradığından bile şüpheliyim… Beni yıkamaz, temizlemez olmuştu. Malumunuz, zaten artık geceleri geç saatlere kadar çalışmazda olmuştu…”

   Tam susacak gibi olmuştu ki gözü bezgin ve yorgun bir yüzü andırırcasına aşağı sarkmış akreple yelkovanlı masa saatine kaydı. Eski dostuna bakarak  konuşmasını şöyle tamamladı.

 “ Aynen hepimiz gibi son saniyesine kadar koşturan masa saati sahibimizin ortaya bir başyapıt çıkaracağı ümidiyle yaşadı. Gece demeden gündüz demeden umudunu bir an bile kaybetmeden çalışmaya devam etti. Tik tak tik tak tik tak tik tak. Hiç susmadan o günün gelmesini bekledi. Ta ki bir gece ansızın sesi kesilinceye kadar… Bu adamdan bize hayır gelmeyeceğini anlayın artık dostlarım. Ve bilin ki umut etmek en ağır işkenceye bedeldir.”

  Hepimiz o eski parlak günlerinden eser kalmayan ve artık iyiden iyiye kire bulanan kulplu bardağın anlattıklarından bir hayli etkilenmiş ve kederiyle kuşanmıştık.

  Dışarıdaki rüzgarın uğultusunu bastıran derin bir sessizlik oluşmuştu. Hatta fırça bile o dik kibirli görüntüsünden uzak düşünceli ve dalmış bir şekilde pencereden dışarıyı izliyordu.

    “  Hakkın var”  dedi boynunu bükerek masa lambası. “Baksana bana!  Neymiş efendim gözünü bozuyor muşum beyefendinin. Yahu sen daha beni hangi tarafına koyacağını bilmiyorsun, sonra da kalkmış benim zavallı lambamı suçluyorsun… Voltajı düşük bir lamba takacağım diye söktü canımın içini sonrasında da bıraktı öylesine ve mahkum etti beni körlüğe.”

   İnsanların neden böyle havalarda hemencecik uyumak istediklerini daha iyi anlıyordum. Çünkü bir an bile durmayan uğultunun o uğursuz huzursuzluğu er ya da geç sizi ele geçiriyor ve daha farkına bile varmadan kendinizi melankolinin o kederli limanlarına demir atmış olarak buluyordunuz.

  Kimsenin mecali kalmamışken hiç ummadığımız birisi konuşmaya başladı. Orantısız bir şekilde eksilmiş, bir zamanlar beyaz renkli olduğu anlaşılamayacak kadar griye dönüşmüş ve en azılı haylaz rüzgarlara rahmet okutacak insan yavrularından kalma diş izleriyle bir hayli ufalanmış görünen bay silgi konuşuyordu.

 “ Bilirsiniz ki yazarlar ve ressamlar tarafından hiç bir zaman pek sevilen bir malzeme olmadım. Hatta  özellikle karalama ve eskiz defteri de pek hoşlanmaz benden. Çünkü onlara yazılan her yazı atılan her çizgi yeni bir umudun habercisi iken bense kötü bir haber gibi çökerim üstlerine. Çok haksızda sayılmazlar aslında; çünkü nice cümlelerin, resimlerin katline sebep oldum. Hatta sahiplerim bile işledikleri günahın, yaptıkları yanlışın görgü tanıkları ve suç ortakları olarak gördükleri için mecburi bir tahammülle yaklaşırlar bana. Asla en sevdikleri kalem ya da ne bileyim bir fırça kadar değer görmem. Onca hırpalama ve hor görmeye rağmende işimi en güzel şekilde yapmaya devam ederim. İster profesyonel isterseniz de duygusuz deyin ama bugüne kadar üstüme düşeni gözümü kırpmadan yerine getirdim.”

  Konuşmaktan pek hoşlanmadığını bildiğimiz silginin anlattıklarını dikkatlice dinliyorduk.

  “ Ve bu süreç boyunca ne öğrendim biliyor musunuz? Hiç bir sonun asla bir tükeniş, yok oluş olmadığını; belki olsa olsa değişim veya başka bir şeye dönüşmek olduğunu öğrendim. Sahibimizin yaptığıda işte tam olarak bu. Daha iyiyi bulması hatalarından ders çıkarabilmesi için habire deniyor. Ve bende onun mükemmel olabilmesi için yolunu temizliyor, önünü açıyorum. Siz boşu boşuna moralinizi bozupta üzülmeyin.”

   Boş çöp kutusu ki kimse itiraf etmese de herkes korkardı ondan. Masanın hemen kenarından, çok şükür çoktandır boş duran sepetiyle onayladı yakın arkadaşı olan silgiyi.

 “ Siz bakmayın şimdi onun bizden böyle uzak kalmasına, kafası boşalsın geri dönecektir. Hem hatalı yazmadan, yanlış çizmeden kim ulaşmış ki iyiye doğruya güzele…  Eminim ki sahibimiz de doğruyu bulacak ve tekrardan bize dönecektir.  Bizlerde ona bu kutlu yolculuğunda eskiden olduğu gibi yeniden yoldaşlık etme bahtiyarlığını yaşayacağız.”

    Çöp sepeti konuşmasını henüz bitirmişti ki lavabonun küçük penceresi inatçı rüzgarın zorlamalarına pes ederek yere yığıldı. Yaramaz rüzgar hızlıca koridordan odalara doğru yöneldi. Önüne çıkan her şeyi yerinden oynatıp duvardaki takvimden  mantar tabloya  tutturulan hikaye ve karikatür yarışma tarihlerine, sahiplerinin okumuş olduğu kitaplardan özenle seçtiği ilham veren özlü sözlere kadar ne var ne yok harmana vuran başaklar gibi  savurmaya başladı.

   Duvardaki popüler yazarlarından George R. R. Martin başında ki kasketine sıkıca tutunmuş son anda uçmasına engel olurken J.K. Rowling’in ise sarı saçları dağılmış hatta şalını düşürerek açık tenli omuzlarını açıkta bırakmıştı.

    Sayfaları kurumuş bir yaprağa dönen ajanda baştan sona hızlıca bir daha açıldı. Neyse ki masaya dayandığı için aşağıya düşmedi. Öte yandan zavallı dolmakalem onun kadar şanslı değildi. Masanın bir başından öbür ucuna değin yuvarlanarak aşağıya yün halının üzerine kapaklandı. Böylece kırılıp çöp sepetini boylamaktanda son anda kurtulmuş oluyordu.

    Rüzgar, yaramaz misafir çocuğu gibi durmak bilmez bir fütursuzlukla odanın altına üstüne getirmeye devam ediyordu. Ve işe bakın ki kalemlikte payına düşeni almış şöyle bir iki sallandıktan sonra masanın üzerine düşüvermişti.

   Bu kadar patırtının arasında odanın kapısı açıldı. Yazar hızlıca içeriye girdi. Işığı açıp dağılan odayı şöyle bir süzdü. Rüzgarın nereden geldiğini anlamış olmalı ki aynı telaşlı adımlarla yan odaya koşturdu. Açılan pencereyi kapatmış olmalı ki tekrardan odaya döndü. Dağılan odaya şöyle bir bakındı. İhtimal odayı düzenlemeyi ertelemiş çıkacakken gözü çalışma masasının üzerindeki boylu boyunca uzanan ize takıldı. Parmaklarını sürdüğünde  bunun ıslak mürekkep lekesi olduğunu anladı.

 “ Allah kahretsin” deyip sağına soluna bakındı. Masa lambasını eline alıp önce altını sonrada arkasını kontrol etti. Kirleten sanki kendisi değilmişçesine yüzünde kaynamış süt misali tiksinç bir ifadeyle lekeli bardağı göz önünden alıp uzakta bir yere sertçe vurdu. Zavallı bardak nasıl oldu da kırılmadığına şükrederek sessiz bir korkuyla arkasını döndü. Sahip yazar aradığı suçluyu bulmuştu işte. Kaliteli olması ile övündüğü mürekkeple dolu çatlak dolma kalemini özensizce yerden kaldırdı. Evet korktuğu başına gelmişti. Yün halı mürekkep olmuştu. Koyu mavi leke yerini beğenen misafir rahatlığıyla yün halıya yayılıyordu. Yazar yüzünde yine o meşum ifade ile bir leke tutan halıya bir de neden bu zamana kadar tahammül edipte kıyamadığı kaleme bakıyordu.  Parmaklarını mürekkebe doyuran dolmakalemi aldığı gibi çöpe attı.

    İçerideki tüm eşyalar buz yutmuşçasına donup kalakalmışlardı.

   Bu işe sadece suluboya fırçası memnun olmuş görünüyordu. Böylelikle yazar seçimini kalem yerine fırçadan yana yapmış oluyordu.

  Sahip, odadan hemencecik çıkmadı. Yerde ki birkaç kağıt parçasını toplayıp eline aldı. Ve okumaya başladı.“ İyi, mükemmelin düşmanıdır.”       “ Koş, yoksa düşersin”            “ Dâhi olamıyorsan cesurları taklit et” “Erteleme, öteleme, geçiştirme” ve  nihayet son olarak “ Düşünmek, salaklara özgüdür. Akıllılar, ilhamı ve Tanrının gönderdiklerini kullanırlar”   yazısını da okuyunca kafasını onaylar şekilde sallayıp eski silah arkadaşlarına göz gezdirdi. Hatta bir iki adım atarak çalışma masasına doğru yürüdü. Düşen kalemlikteki fırçayı eline aldı. O samur tüylerini parmaklarıyla okşamaya başladı. Fırçanın içi içine sığmıyor o gururlu dik duruşu aleni şekilde belli oluyordu. Ama oda ne? Olacak iş miydi şimdi bu? Yazarın eli yeniden mürekkep olmuştu.

 “Hay aksi! Ya yine mi mürekkep! “

  Anlaşılan kalemlikten düşüp yuvarlanan fırça tamda mürekkebin üzerine gelmiş ve o güzelim tüyleri diplerine değin mürekkebe bulanmıştı. Yazar bir elindeki fırçaya bir de diğer elindeki mürekkep lekesine baktı.

  “ Erteleme, öteleme geçiştirme” diye mırıldandı. Ve fırçayı aldığı gibi çöpe attı.  Sonra da arkasına bile bakmadan odayı karanlıkta bırakıp yarım kalan uykusuna gitti.

Pencereden (Öykü)

 Uyku ile uyanıklık arasında kim bilir kaç saattir devam ettiği mücadelesine gözlerini hafifçe aralayarak son verdi. Kafasını kaldırmasıyla birlikte hiç sevmediği ama pek çok şey gibi katlanmak zorunda olduğu soluk renkli ince yastığına bakındı. Şimdiden buz gibi olmuştu bile. Kumaşını eliyle şöyle bir düzeltti. Yok, her ne yaparsa yapsın gözüne  hiç sevimli gelmeyecekti bu yastık.

     Soğuktan sertleşmiş, zamanından evvel ak düşmüş sakallarını sıvazladı. Sanki saatlerdir uyumamakta direten kendileri değil gibi sinirle gerilmiş gözlerini ovaladı. Önce çatılmış gergin kaşlarına sonra şakağına hafifçe masaj yaptı. İçinden, ‘ne vardı da gecenin bu saatinde kalktım’ diye geçirirken hışımla derinden bir nefes çekti. Burnuna davetsizce doluşan rutubet ve nemli duvarın kendine has o ıslak kokusu doldu.  İstemsizce bir iki kere öksürdü. Odada uyuyan arkadaşlarının huzursuzca kıpırdanmalarıyla birlikte kendine güçlükle hakim oldu. Bir müddet nefesini tutmayı başardı. Hücredeki ses soluk kesilmişti. Nefesini dikkatlice yavaş bir şekilde bıraktı.

   Evinde yatarken de böylesi gecenin bir vaktinde uykusunun bölünmesine hiç katlanamazdı. Değil ki burada… Yeniden uyuyamayacağına kanaat getirince aklında kalan bölük pörçük rüyaları nafile hatırlamaya çalıştı. Hayır olmuyordu. Onu uykusundan eden şeyi merak ediyordu. Böylece en azından neye kızacağını bilecekti. Ama yaz günü pencere önündeki tülü havalandıran o küçük rüzgarı yakalamak kadar olanaksızdı bu. Bunun hem hemen hatırasına gelecek kadar yakın hem de asla gerçekleşmeyeceğine emin olduğu kadar uzak olduğunu hissediyordu. Gece gece içini darlayan bu düşüncelerden sıyrılmak için bir müddet kafasını sağa sola salladı. İyiden iyiye üşümüş burnunu yokladı. Evet hava gerçekten de soğuktu. Ne demeye uyanmıştı ki? Elinden gelse özgürlüğüne ulaşacağı o meçhul güne değin uyumayı dilerdi. Ama hayır! Buz gibi bir gerçeklikle gecenin kim bilir hangi saatinde anlamsızca etrafına bakınıyordu işte. 

 Kısılı gözlerle sürgüsü kapalı kapının altından gelen ışığa baktı. Florasan lamba bugün daha mı bir ışıyordu ne? Sahi bu oda niye bu kadar aydınlık gelmişti gözüne. Hem  belli belirsiz kulağına gelen bu sesler de neyin nesiydi?  Küçük kızının sözleri çınladı kulağında. Yoksa ‘gün olmuş muydu?’  

   Basık tavana yakın demir parmaklıklarla bölünmüş küçük pencereye bakındı. Ne gece ne de gündüz olduğu anlaşılmıyordu. “Allah Allah” diyerek merakla yerinden doğruldu. Ranzanın yanında ki terlikleri alelacele ayağına geçirip elinden geldiğince ses çıkarmamaya özen göstererek hızlıca yürüdü. Bugün daha başka bir soğuk vardı havada. Üşüyen ellerine hohlayarak çaprazlamasına koltuk altına yerleştirdi. Yemek masasının  yanındaki ahşap sandalyenin yanına gelince onu pencereye doğru çekti. Yıpranmış ve çoktan ayağının kalıbını almış terliklerini çıkarıp gıcırdayan sandalyeye aldırmaksızın üzerine çıktı. Demir parmaklıklardan tutunup önce dizini sonra da ayaklarını kullanarak kendini pencereye doğru çekti. Aynı kaderle birlikte koğuşuda paylaştığı arkadaşlarından birkaç tanesi yataklarında doğrulmuş kendisine bakıyordu. Yüzlerini örten karanlıktan gözlerinde nasıl bir ifade içinde oldukları anlaşılmıyordu. 

   Adam nihayet dizlerini kanatmak pahasına bodrum katın küçük penceresinden irileşmiş kocaman gözleriyle dışarıya bakıyordu. Aklında, soğuk kış günlerinde ‘eğer kar yağarsa gecenin hangi saati olursa olsun kendisini uyandıracağına’ dair söz almaya çalışan küçük kızının hayali beliriyordu. Silmeye engel olamadığı iri gözyaşları yanaklarını ıslatırken titreyen dudaklarından “hadi kalk kızım bak kar yağıyor” diye mırıldandı.