KÜTÜPHANE (Öykü)

      Kimseden çıt çıkmıyordu. Burasıyla alakalı en çok sevdiği şeyde buydu doğrusu. Konuşmak şöyle dursun aksırmak tıksırmak hapşırmak… Bunların hiçbiriyle karşılaşmayacağınıza emin olduğunuz nadir yerlerden biriydi kütüphane. Bu kurallara aykırı davranan birisi oldu mu görevliden önce birçok göz hemen üzerinize kilitlenirdi. Kusurunuzun derecesi veyahut tekrarına istinaden kitaplara odaklanan başlar size çevrilir, kaşlardan en az birisi de çengel şekline gelip esaslı bir ihtar yerine geçebilirdi. Ama bunlar arasında şüphesiz en korkutucu olanıysa birçok boğazın gırtlaktan temizlenir gibi yapılarak keskin gözlerin üzerinize dökülmesidir. Ki bu hemen hemen görevlinin dahil olmadan önce size yapılabilecek uyarının da son raddesidir.

      Müdavimi olduğu kütüphanenin demirbaşlarından birisi sayılırdı. Kendisi gibi buraya gelen göz aşinalığı kurduğu pek çok kimseyle ne konuşmuş nede selamlaşmışlığı vardı. Ama aralarında oluşan tanışıklıkları için onların sesini duymaya ya da selamlaşmasına gerek yoktu. Çünkü yaş aralığına ve ders çalışırken ki hallerine göre en son nereden mezun olduğu ya da hangi sınava hazırlandıkları çok rahat anlaşılıyordu. Eğer liseyi yeni bitirmiş ve kulağa sanki bu bir tercih edişmiş gibi gelen ‘mezuna kalan’ biri iseniz, değeri bilinmeyen geçmiş senelerin diyeti olarak kafanız masaya çarpacak kadar kitaplarınıza eğilirdi mesela. Kalanıysa hazırlandığı sınavın önemine ve kişinin her denemesiyle tükettiği senelerinden sonraki hevesine göre şekillenirdi. Siz bunu belki ilk görüşte anlayamazdınız ama buraların kıdemlisi iseniz kesinlikle şıp diye fark ederdiniz.

     Kütüphanenin dışarısındaki sote yerlerde içlerindeki dumanı bir parça boşalttıkları ayaküstü sohbetler yapılırdı. Öğrenci eskileri, çalışmaya ara verdikleri bu kısa molalarda büyük çoğunlukla her sene değişen sınav sisteminden, kaynak kitapların artan fiyatlarından, deneme sonuçlarının yeterince tatmin edici olmamasından falan bahsederlerdi. Lise yılları daha erken, bilinçli, daha düzenli, daha istikrarlı çalışılması gerektiğine dair hayıflanmaların olduğu kısık sesle ‘keşke’lerin mırıldanıldığı karanlık zamanlar olarak görülürdü.

      Bazı bazı aralarına yeni katılan birilerinin o yılların yarı yarıya çocukluk ve gençliğin ilk zamanlarına denk geldiğini ve zaten olması gerekene dair yaşanmışlıklar olduğunu dillendirirlerdi. Çocukluğunu yaşamak, akranlarıyla birlikte gençliğin o pervasız günlerinde telaşsız, endişesiz, gamsız yaşamakta ne demekti!

     Hayatın eğlenceli olması gerekliliği çocukları kandırmak üzerine kurulu yanılsamadan, safsatadan başka bir şey değildi. Bugün bu düşünce ne kadar sahiciyse esasında dünde böyleydi ve bu gerçek gelecekte de daha beter şekilde karşılarına çıkacaktı. O kadar! Çalışmaktan başka seçenekleri yoktu ve bırakın yanlış yapmayı; bunu düşünme lüksleri hatta zamanları bile yoktu.

       Babasının, anasının, öğretmenlerinin hatta sosyal medya algoritması sayesinde ikide bir karşısına çıkan gözlerinin ta içine bakıp kendisine parmak sallayan sanal hocaların ikazları bir kehanet gibi gerçekleşmişti işte. Hoş, artık elinden geldiğince bu uyarı kılıflı tehditlere itibar edip buna uygun davranmaya çalışsa da daima bir şeylerin eksikliğini yüreğinde taşıyordu. Ve birçok arkadaşı gibi geceleri vicdanını ellerine alıp kafasını yastığa koyduğunda mecburen uyumak zorunda olduğu o saatlerde yaptıklarından tatmin olmamış uykuyu hak etmemiş olduğuna inanıyordu.

      Kendini kıt kanaat ay sonunu getirmeye çalışan babasının hesabından koca bir delik açmış gibi hissediyor, anasının kendilerini şahidi tuttuğu ve her sene mecburen çizik çekip vazgeçmek zorunda kaldığı istek listesinin müsebbibi olarak görüyordu.

    Yağmur sicim gibi yağıyordu. Kütüphanenin üst katında her zamanki oturduğu masasından dışarıda koşuşturan insanların neşeli telaşını ruhunda duyumsayamadığını acı ile fark etti. Gözlerini rengi solmuş sert ciltli kitapların kuşattığı irili ufaklı tam 28 masanın yer aldığı büyük salonda gezdirdi. Hemen hemen herkes ciddi bir ifadeyle hummalı bir çalışmanın ortasındaydı. Kimileriyse az öncesinden dışarıdan geldiğinin alameti ıslak saçlarıyla bir ümit boşalacak sandalyenin özlemiyle pusuda bekliyordu

     O anda kütüphanenin bu işleyişini koca bir makinenin dişlilerinden oluşan fabrikaya benzetti. Kendisinin de dahil olduğu bu sistemin devam etmesi için çarkların hiç durmaksızın dönmesi gerekiyordu. Bu benzetmenin gerçekliğinden kendisi de rahatsızlık duydu. Yıllardır okuyamamanın, başarısız olmanın karşısında ki tehdit unsuru olan fabrikada çalışan olmak bir yana şimdi acı bir ironiyle onun parçası olduğunu anlıyordu.

      Eli yeniden önündeki şeker kutusuna gitti. Sarı renkli iki küçük hapı daha ağzına attı. Bir yudum su yetmeyince bir yudum daha aldı. Kafası iyiden iyiye bulutlanmaya elleri de artık karıncalanmaya başlamıştı. Kitaptaki geometrik şekiller iç içe geçmiş anlamsız bir hale gelmişti. Beyninin bir yanı her şeye rağmen algıladığı kadarıyla problemi tanımlayıp çözmek için can atıyor fakat bu çaba genç adamın zonklayan baş ağrısını daha da arttırmaktan başka hiçbir işe yaramıyordu.

      Kafasını tavana dikti. Ne içinde duyduğu bu fabrikanın sessizce işleyen gürültüsüne ne de çalışmayacaksa madem masadan kalkıp kendilerine yer vermesini buyuran bakışlara tahammül edemiyordu. Kafası karışıyor odaklanmakta zorluk çekiyordu. Midesi devrini kaybetmiş bir çamaşır makinesi gibi kâh ileri kâh geri dönüyor çalkalandıkça çatlayan başından soğuk terler tane tane dökülüyordu. İyiden iyiye titremeye başlayan elleriyle önündeki şeker kutusundan gelişigüzel seçtiği bir hapı daha ağzına attı.

    Nereden geldiğini ya da kimin olduğunu bilmediği masanın üzerindeki gazetede yazan bir haber dikkatini çekti. Kendisini kınayan bakışlara aldırmadan gazete sayfasını inatçı bir hırsla açtı. Gazetenin kuru hışırtısı bir anlığına koca salonu doldurdu. Hemen yanındaki siyah çerçeveli gözlük takan, kazaklı tombul çocuğun bakışına ve hışımla sandalyesini kenara çekmesini görmezden geldi. Bu haberi deli gibi okumak istiyordu. Başı dönüyor az öncesinde gözüne çarpan haberi boylu boyunca açtığı sayfada şimdiyse bulamıyordu.

     Büyük puntolarla şehrin yeni belediye başkan adayının elleri havada sırıtan takım elbiseli pozuna iğrenerek baktı. Çok önemli bir habermiş gibi koca sayfanın yarısından fazlası bununla ilgiliydi. Yol yapım çalışmaları, trafik kazasındaki ölen insanlar, suyu azalan baraj, eli bıçaklı saldırganın sokaktaki 11 kişiyi sebepsiz yaralaması, hava durumunu bildiren sütun ve nihayet evet işte köşede küçücük o haberi gördü. Puntolar iç içe girmiş hareket ediyor gibiydi. Kafasını şöyle bir sallayıp var gücüyle dikkatini yazıya odaklamaya çalıştı. Evet işte cümleler birbirinden ayrılmaya başlamış hatta ilk kelimeyi de seçer gibi olmuştu.

    “Dünya genelinde 100 ülke arasında yapılan anket çalışmasında Türkiye’nin, Avrupa’nın en sinirli ülkesi olduğu ortaya çıktı. Küresel dünya endeksi sıralamasında…” haber bu şekilde devam ediyordu. Daha fazla okumak içinden gelmedi. Nedense bu haber hayatının geri kalanını geçirmek için geçen yaz alengirli yollardan Almanya’ya kapak atmaya çalışan arkadaşını getirdi aklına. Hâlâ kafasının almadığı rizikolu şekillerde yolculuk yapmış ve yaklaşık bir ayın sonunda da istediğini gerçekleştirip Almanya’ya yerleşmişti.

    Kütüphanede tanışmışlardı. Arkadaşı yıllardır atanmak için dirsek çürüttüğü bu çatıdan istediği puanı almış ama mülakatta elenmişti. Burnundan soluyor ve artık geleceği için her şeyi göze almaktan bahsediyordu. Yine böyle yağmurlu bir günde yanında gelmesi için kendisini ikna etmeye çalışmıştı.

    Gittikçe seyrekleşen görüşmelerinde en iyi ihtimalle yıllar sonra alabileceği hayallerindeki arabanın fotoğraflarını birkaç ay sonra arkadaşında görünce beyhude çabasının ne kadar boş ve zavallıca olduğunu hissetti. Uzun zaman sonra ilk defa kendisine acıdı. Derinlerinde bir yerde her şeyin baştan sona yanlış olduğunu ve boşa kürek çektiğini duydu.

     Gazeteyi katlarken arkadaşının teklifini geri çevirmeseydi hayatının nasıl bir yola evrileceğini düşündü. Renkli şeker kutusundan masaya dağılan rengarenk haplardan biraz daha toparladı. Hemen hemen bir avuç dolusu olmuştu. Terli avucundakileri ezmek istercesine parmaklarını sıkıca kenetledi. Yumrukları sıkılı şekilde ayağa kalktı.

     Sandalyesinden çıkan sesin beklenmedik davetiyle kütüphanede çalışan öğrencilerin hemen hemen hepsinin bakışı üzerine çevrilmişti. İvedi işleyen çarklar susmuş ders çalışanlar, kitap seçenler, ıslak saçlarıyla sırasını bekleyenler hatta abus suratlı görevli memur bile gözlüklerinin üzerinden yumruğu havada ayakta durmakta zorlanan gence bakıyordu.

   Yumruğunu inatla daha da havaya kaldırdı. Gözlerini açmakta zorlanıyor masadan destek aldığı diğer eliyle düşmemek için çaba gösteriyordu. Yumruk yaptığı avucunu yavaşça ağzına götürdü. Kırılıp ezilen renkleri birbirine karışıp yapış yapış olan bir avuç hapı yuttu. Herkes aynen bir kütüphaneye yaraşır şekilde sessiz ve tepkisizce çocuğu izliyordu. Yutmaya zorlandığı ağzına iki yudum daha su aldı. İs düşen kararmış gözlerini ovaladı. Ovalamasıyla birlikte de dengesini kaybederek önce masaya sonrasında yere kapaklandı. Sertçe çarptığı kafasından sıçrayan kanlar kitapların açık sayfalarına sıçramıştı. Açık ama görmeyen gözleri tavana dikili kütüphanedeki feryat ve çığlıkları ne görüyor ne de duyuyordu.

Andy Warhol ( Benim Ressamlarım Serisi.2/ Biyografi)

“Gelecekte herkes 15 dakikalığına meşhur olacak” Merhaba arkadaşlar ben Andrew Warhola. Hayır efendim yanlış okumadınız. Benim asıl adım bu. Ama illüstrasyonunu yaptığım ilk iş olan, ‘Başarı, New York’ta Bir İş Sahibi Olmaktır’ adlı yazıya ismim yanlışlıkla Andy Warhol yazılınca bu yeni isim benim çok daha hoşuma gitti. O günden sonrada hep bu ismi kullandım. Ve sonuçta dünya beni ‘Andy Warhol’ olarak tanıdı. Slovakya göçmeni bir ailenin üç çocuğundan en küçüğü olarak Amerika’nın Pittsburgh şehrinde dünyaya geldim. Annem ev hanımı babam ise öncesinde inşaat sonrasında madende çalışan bir işçiydi. Ailem, 1920’li yıllarda binlerce millik yolculuğu göze alarak okyanusu geçmiş ve Amerikan rüyasını yaşamak için buraya taşınmıştı. Henüz ilkokul yıllarında St. Vitus denilen sinir sistemimi etkileyen bir hastalığa yakalanmıştım. Zaman zaman beni yatağa düşüren bu hastalık bazen de istem dışı hareketler yapmama neden oluyordu. Tam olarak bu süreçte hastalık hastası bir ruh haline kapılarak doktorlardan da ciddi ciddi korkar olmuştum. Ama öte yandan diğer çocuklar tarafından dışlanmış hissettiğim okuldan kurtulmuş ve uzunca bir süre annemin kontrolünde bir eğitimden geçmiştim. Bu yüzden annemin yeri benim için çok başkadır. Evde geçirdiğim bu vakitlerde bolca çizim yapıyor, radyo dinliyor ve büyüyünce bir parçası olmak istediğim TV’nin o ışıl ışıl, renkli dünyasından gözlerimi alamıyordum. 1949 yılında Pittsburgh’ta klasik sanat üzerine aldığım eğitimle üniversiteyi bitirdim. Ama üniversitede okurken bir yandan da Japonya, Hindistan, Mısır, İtalya, İngiltere ve Kamboçya gibi ilgimi çeken ülkeleri gezmeyi ihmal etmiyordum. Üniversiteden mezun olduktan hemen sonra dergilerde illüstratör olarak çalışmaya başladım. Kendime özgü çizgilerim, renk ve boyutları ile oynadığım objelerin alışılagelmiş kalıpların dışında ki halleri daha o günlerde dikkatleri üzerime çekmeyi başarmıştı. Gezdiğim ülkeler arasında İngiltere’de en çok dikkatimi çeken şey popüler sanatın ( Pop-Art) klasik sanatı bastıran janjanlı ve renkli dünyası olmuştu. Bu gözlem bana kariyerim adına paha biçilmez fikirler vermiş ve bir pop- art sanatçısı olmam gerektiği gerçeğini göstermişti. 1960’larda iken insanların gündelik tüketim hayatı için üretilen şeyleri layıkıyla değerlendirip takdir etmediklerini fark etmiştim. Bana göre bir kola şişesinden tutunda bir ayakkabıya kadar hatta yapılan müzik ve TV’de boy gösteren aktör ve aktrislere varıncaya değin çevremizde gördüğümüz tüm bu ürünler kitlelerin beğenisini kazanabilmek için meydana getirilmiş; takdir edilesi bir çaba ve özverinin sonuçlarıydı. Anlayacağınız ‘her şey poptu ve pop her şeydi.’ Temel Reis, Süpermen ve Dick Tracy gibi çizgi roman kahramanlarının resimlerini yapıyordum. Ama asıl başarımı bir hazır çorba markası olan Campbell marka çorba kutularının 32 tuvalden oluşan serisiyle duyurdum. Evet renkleri, özellikle parlak renkleri çok seviyordum. Marjinal bulunan hayatımı yaşadığım gibi yaptığım çalışmalarda da patlayan canlı renkleri tercih ediyordum. Hatta 20’li yaşlarımda dökülen saçlarım için önce sarı sonrasında çok sevdiğim gümüş renkli peruklar kullanmayı tercih ediyordum. Gümüş folyolarla kuşanmış Factory / Fabrika adını verdiğim atölyemde projelerimi meydana getiriyor hem de hareketli New York sanat camiasına ev sahipliği yapıyordum. Seri üretimi yücelttiğim ve afiş tekniğiyle hazırlayıp serigrafik baskı ile oluşturduğum eserlerim büyük tartışmalara sebep oluyordu. Klasik sanatın argümanlarını, plastik değerler geleneğinin alışılagelen kalıplarını parçalayarak Pop-Art’ın kaptanlığına soyunmuştum. Sadece resim değil içerisinde sanat olan her kültür alanında söyleyecek sözü yapacak işi olan birisiydim. Yemek kitabı çıkarıyor, ürün ambalaj tasarımı yapıyor, portreler resimler çiziyor, heykeller yapıyor, diziler çekiyor, filmler yönetiyordum. Prodüktörlüğünü yaptığım Velvet Underground adındaki müzik grubu eleştirmenler tarafından o zamana kadar yapılmış en iyi müzik kaydı gibi payelerle iltifata boğuluyordu. Rolling Stone ve John Lennon gibi dönemin en meşhur müzisyenleri için tasarladığım plak kapakları üst üste ödüller kazanıyordu. Hatta sonradan da popüler kültürün vazgeçilmez ikonu hâline gelecek ‘muz’u ilk o dönemde kullanmıştım. ‘Empire’ ve ‘Sleep’ gibi çektiğim bağımsız ve deneysel filmlerden aldığım ödüllerle ünüme ün kazancıma kazanç katıyordum. Özellikle Marilyn Monroe, Liz Taylor, Michael Jackson gibi nice popüler ismin ipek üzerine yaptığım serigrafik baskılarıyla meydana getirdiğim portreler yıllarca pop-art anlayışının en güzel örnekleri olarak gösterilecekti. Kısaca hiçbir şey daha iyi olamazdı. Kariyerimin en parlak ve güçlü döneminin tadını çıkartıyordum. Yakın arkadaşlarım ve asistanlarımın bana Drakula ile Sindirella’nın birleşimiyle oluşturduğum ‘Drella’ diye hitap etmelerini istiyordum. Böylece içimdeki iyi ve kötü, masum ve sıra dışı gelgitlerime kendimce bir isim koymuştum. Beni geçmişle kıyaslayan, eleştiren insanlara ya olabildiğince ketum davranıyor yada kısaca ‘senin yaşadığın zamanla benim yaşadığım zaman aynı değil’ gibi metafor kokan cevaplar vererek bahsi uzatmadan kapatıyordum. Böylesine hızlı yaşadığım dönemimde hiç beklemediğim talihsiz bir olayı yaşamak zorunda kaldım. Valerie Solanis adında radikal feminist olduğunu söyleyen bir kaçık tarafından üç el ateş edilerek vurulmuş ve ölmüştüm. Evet yanlış duymadınız ben 68 yılında bu çılgın kadının kurşunlarıyla son nefesimi verip bu hayattan ayrılmıştım. Hatta ölümüm üzerine anonslar bile yapılmıştı ki o kadar. Ama onca müdahaleye rağmen yine de kalbimin durduğunu gören doktor son çare olarak çıplak elleriyle kalp masajı yaparak benim yeniden hayata dönmemi sağlamıştı. Uzun yıllar boyunca elimden düşürmediğim el kamerası ve fotoğraf makinesiyle ilgimi çeken hemen hemen her şeyin kaydını alıp bunları deste deste kutulara koyarak istifledim. Düşünsenize insanlar elindeki foto kayıt cihazlarıyla gün boyu görüp yaşadıklarının görselini ve videolarını saklayıp paylaşabiliyor. Bence bu fikir işe yarar? 1987 yılında bir hayli korktuğum ve bir o kadar nefret ettiğim safra kesesi ameliyatı için gittiğim hastanelerin birinde yakalandığım komplikasyonlar neticesinde öldüm. Hayır ne yazık ki bu defa gittiğim yerden geri dönemedim. Ama kendi adıma kurduğum vakıfla görsel sanatlar alanında çalışmalar yapan yetenekleri destekleyerek varlığımı bir nebze olsun devam ettirdim.

Benim Ressamlarım Serisi

Hayat iyiden iyiye kara kalemle çizilen siyah beyaz bir resme benzemeye başladı. Sözüm ona bizi toplumun benzer tonlarından kurtarıp biricik hale getirecek olan teknoloji ters etmiş gibi görünüyor. Ortak beğeniler, benzer fikirler, yorumlar genel eğilimleri ortaya çıkardı. Bu eğilimler sanal dünyanın kuşatması altındaki insanları belki de tarihte hiç olmadığı kadar birbirine benzer kıldı. Sonuçta modern insan şatafatlı renklerle süslenmiş tekdüze bir yaşama mecbur edildi.

Birey olabilmenin o özel, şaşaalı dünyasına giden yolda kendi ağızlarından anlattıkları yaşam öyküleri ile bize rehberlik ediyorlar. Korkmayın, çekinmeyin ve varlıklarıyla dünya sanat tarihine adını altın harflerle yazdıran, ölümsüz kılan bu renkli insanların yaşamına göz atın.

Değişik dönemlerde yaşayan ressamların ilham veren renkli öykülerle kuşanmış hayatlarını kendi ağızlarından dinlemek ister misiniz? Umuyorum ki yerli ve yabancı 16 ressamdan oluşan ‘Benim Ressamlarım’ serisini bir solukta zevkle okuyacaksınız. Hem böylelikle sanat akımlarını, ressamların kendilerine özgü tekniklerini ve tüm bunların altında yatan motivasyonu birinci ağızdan duyma ayrıcalığını yakalayacaksınız.

Leonardo Da Vinci ( Benim Ressamlarım.1 / Biyografi)

“ ritşimemte kah uno neyemrev reğed atayaH”

Merhaba arkadaşlar ben Leonardo di ser Piero da Vinci, ya da kısaca Leonardo da Vinci. Batı dünyasının yeniden doğuşunu simgeleyen Rönesans’ın ta kendisiyim. Veyahut birçoğunun hemfikir olduğu gibi zirvesiyim. Rönesans’da mı ne? Canım hani var ya; ortaçağ ile birlikte dogmatik bir bataklığa saplanıp kalan, bilimden sanattan uzaklaşıp vahşetin ve yokluğun girdabına düşen Avrupa’nın kurtuluş reçetesi. 15 Nisan 1452 yılında İtalya’nın Floransa kentinde dünyaya geldim. Babam varlıklı bir aileden genç bir noter annem ise öksüz, yetim ve yoksul bir kızdı. Gelecekle ilgili planlarında ben var mıydım bilmiyorum ama olmuştum işte. Babam, zavallı annemle değil de başka birisiyle evlenmişti. Bunun üzerine annem bir zaman sonra sırra kadem bastı. Çok şükür büyükbabam ve babaannem beni babamın pek de uğramadığı köylerinde yanlarına alarak kurtarmış oldu. Ne trajedi ama! Fakat ben içine kapanık, depresif bir ruh hâli yerine dikkatimi başka şeylere verdim. Bilim,sanat,müzik gibi. Sonuçta ‘iyi insanlar için öğrenme arzusu doğaldır’ değil mi? Daha küçük yaşlarda aritmetik ve geometri alanlarında ki başarılarımla dikkat çekiyordum. Hatta antik bir çalgı olan lirde çok iyi bir müzisyen kadar çalabiliyordum. İlgi alanlarım daha küçük yaşlardan itibaren pek çok alana yönelmişti. En çokta resim yapmayı seviyordum. 14 yaşına geldiğimde büyükannem ve büyükbabamın birbiri ardına ölmesi üzerine babam beni alıp Andrea del Verrocchio adında usta bir ressamın yanına götürdü. O zamanlarda evlilik dışı çocukların üniversiteye gitmeleri yasaktı. Bu yüzden babam, anatomi noktasında takıntılı derecede hassas olan bu ressamın yanında yetişmem için çırak olarak verdi. Birkaç yıl boyunca yanında kalarak kendimi yetiştirdim. 20’li yaşlarımda İtalya’da artık bilinen ve saygı gören bir ressam olarak kendimi kabul ettirmiştim. Çizdiğim resimlerin altına alışılagelinenin aksine babamın ismini kullanmak yerine sadece ‘Lo Leonardo/ Ben Leonardo’ yazıyordum. Bırakın o kadarcık da tepki göstereyim ama değil mi? 30’ lu yaşlara geldiğimde doğup büyüdüğüm Floransa’dan ayrılarak Milano’ya gitmeye karar verdim. Böylece bir türlü kabul edilmediğim babamın ailesinden uzaklaşacak aynı zamanda Milano’nun geniş imkanlarından faydalanarak projelerimi hayata geçirebilecektim. İşte tam da bu sebeplerden dolayı Milano Dükü Sforza’ya tarihe ‘ tüm zamanların en olağanüstü iş başvurusu’ diye geçecek mektubu yazdım. Bu mektubun içeriğinde kısaca; köprüler, değişik silahlar, gemiler, kanallar, binalar ayrıca bronzdan, mermerden, kilden heykeller ve eşsiz güzellikte resimler yapabileceğimden bahsetmiştim. Bu kadarcık! Mektubu göndermemiş olsamda 1482 yılında tam olarak 17 yıl boyunca çalışıp hizmet edeceğim bu şehirde yaşamaya başlamıştım bile. Hani bazı zamanların, ülkelerin, şehirlerin bahtına oraları değiştirip geliştirecek insanlar düşer ya! İşte bende tam olarak Milano’nonun başına bir talih kuşu gibi konmuştum. Milano’da bir yandan tasarımını yaptığım kaleler, mabetler, tersaneler, su kanalları yapılırken öte yandan nice bilimsel ve sanatsal etkinliklerle pek çok bilim insanının, sanatçının yolunu buraya çevirmiştim. Bilim ve sanat alanında yeni öğrenciler yetiştiriyor bir yandanda şehrin her köşesi nadide sanat eserleri ve yapılarla kuşanıyordu. Böylelikle Milano, iyiden iyiye yüzyıllar boyunca dünyanın gıbtayla baktığı bir kültür ve sanat şehri olarak anılmaya başlıyordu. Ama bu güzide kent ne yazık ki 1499 yılında Fransızlar tarafından yenilgiye uğratılmış ve işgal edilmişti. Bu sebepten buradan ayrılmak zorunda kaldım. Ve tam 16 yıl boyunca projelerimi eserlerimi oluşturabilmek için bolca seyahat ederek bana destek olacak güçlü birilerini bulmaya çalıştım. Hatta o dönemlerde Osmanlı devleti hükümdarı II. Bayezid’a istedikleri takdirde yapabileceğim Haliç üzerine kurulacak olan köprünün çiziminide gönderdim. Ama nedense bana geri dönmediler; olumlu veya olumsuz herhangi bir cevap vermediler. Umarım benim mektubun üzerine “Ceneviz’den Leonardo isimli kafirin gönderdiği mektubun suretidir” deyip arşive kaldırmamışlardırlar. Bu arada 1503 yılında yüzyıllar boyunca bir muamma olan tebessümünden tutunda içerisindeki ustalık kadar, olası gizemli mesajları görmek için tüm gözlerin çevrildiği insanlık tarihinin en iyi resimlerinden birisi olan Mona Lisa’yı yaptım. Sonra İsa’nın Son Akşam Yemeği ve altın oranın şematik olarak resmedildiği Vitruvius Adam gibi nice gizemli ve başarılı eserleri meydana getirdim. Tank, helikopter, bisiklet, makas, dalgıç kıyafeti hatta paraşüt gibi kimisi benden yüzlerce yıl sonra icat edilecek nice taslaklar oluşturdum. Birbirinden farklı onca projelerim için kendime özgü bir şekilde; sağdan sola yazıp çizdiğim not defterleri tutuyordum. Ama ne yazık ki bu yöntem bile birçok işimin yarım kalmasına engel olamadı. Çünkü daha öncede dediğim gibi, aynı anda birçok projeyle meşgul olmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Babamın ölümüyle birlikte mirastan payıma düşeni almak için yeniden Floransa’ya döndüm. Ama kardeşlerimle beyhude yere mücadelemde elime hiçbir şey geçmedi. Sadece sevgili amcam Francesco öldükten sonra bana mirasını bırakmayı kabul etti. 1513 ve 1516 yılları arasında Roma’da papanın hizmetinde çalıştım. Her ne kadar mahkemede aklanmış olsamda hakkımdaki büyüyen şaibelerden dolayı burada fazla kalamadım. ‘Mükemmel bir makine’ olarak gördüğüm insanın fizyolojisi ve anatomisi hakkında daha çok şey öğrenmek için kadavralar üzerinde çalışıyordum. ‘Yani ne var ki bunda?’ derseniz o zamanlar bu yasaktı. Sonra gizemli pek çok söylenceye konu olan sion tarikatının büyük üstadı olarak görülüyordum ki; aslında öyleydim. Hatta sonradan illuminati adı verilen bu örgütün 9 yıl yöneticiliğinide yapmıştım. 1516’da Fransa kralı l. Francis tarafından ülkesine baş ressam, mühendis ve mimar olmak üzere davet edildim. Evet, bu teklifi kabul ettim. Ve benim için kraliyet sarayının hemen yanına hazırlanan konağı yerleşerek çalışmalarıma burada devam ettim. Hoş, ne yazık ki sağ koluma felç indiği için resimden çok bilimsel çalışmalara ağırlık verdim. Meğer ‘yaşamayı öğrendiğimi sandığımda aslında ölmeyi öğreniyormuşum.’ Çünkü 2 Mayıs 1519 yılında henüz 67 yaşında iken son nefesimi vererek hayata gözlerimi yumdum.“Bilimle sanat, mantıkla hayal gücü arasında denge geliştir.”

Önce Adalet (Deneme)

Her kelimenin bir anlamının yanında bir de ruhu olduğuna inanırım. Kulağa gelen tınılar benim için asla sadece kuru bir ses değildir. Kanallarla beyne iletilen her harfin her hecenin yankısında davranış ve tutumları belirleyen hayatımızı şekillendiren bir esrar vardır.
Farz-ı muhal ‘Karanlık’ kelimesini ele alalım. İlk harfle birlikte ikiye yönelen ‘K’ harfini görürüz. Sonra kelimeyi hecelemeye başladığımızda bizi beyazı çağrıştıran ‘Kar’ ve hemen akabinde beyazın kadîm zamanlardan bu yana varlık mücadelesi verdiği ezelî ve ebedî düşmanı ‘Kara’ karşılar. Ve bu ikilemin galibi kelimenin devamındaki ‘anlık’ bir mesafeyle karadır. Ve bu kelimeyi her duyduğumuzda aydınlığın sonundaki her şeyin üzerini örten ‘karanlığın’ galibiyetinin hüznünü istemsizce yüreğinizde hissetmenizin sebebi ruhunuzda duyduğunuz kelimenin aksi sedasıdır.
Hadi şimdide başka bir kelime seçelim. Ne de olsa davranışlarımızı inançlar, inançlarımızı yargılar, yargılarımızı da algımız oluşturur. Algımız ise hissiyatımızı şekillendiren kelimelere dayanır.
Algı… alfabemizin ilk harfi olan ‘A’ harfi ile başlar. Sonra ‘Al’ gelir ki emir kipiyle bunun önemine, önceliğine dikkat çeker. ‘Gı’ ekinin gözle görülür bir anlamı yok gibidir. Ama kendinden önceki ‘Al’ ekiyle bir araya gelince kelimenin belirginliği pekişir. Böylece bu kelime, kulağına misafir olduğu kimsenin belleğine bilinmezle kuşanmış bir gizem, sır ve bir tutam metafor katar.
Tabii ki kimse gelişigüzel bir araya geldiğini düşündüğü harflerin yaşamı şekillendiren anlamına kafa yormaz. Ama bu onun böyle olmadığı anlamına da gelmez.
Ruhunun olduğu iddiasını taşıdığımız kelimeleri meydana getiren harf sayısı, harflerin kendine özgü şekilleri, ayrıldığı heceleri, uyumlu birliktelikleri, hatta kendi aralarında ki uyumsuzluğu ve çağrışımlarıyla bir kimyaya sahiptirler. Bu kelimelerin işitilmesi kültürel bir birikimle davranışlarımızı belirleyen zihinsel kodları harekete geçirir. Tepkisel bir duyuş meydana gelir. Ve sonuç olarak eyleme dönüşen bu duyuşlar bütünü, önce bireyin sonra toplumun hareket istikametini belirler.
Sözgelimi bir hukuk şehidi olan Mehmet Selim Kiraz ismi özelinde ilerleyelim. Hukukçu bir kimliğe sahip olan merhumun atasından miras kalan ‘Kiraz’ soy ismini ele alalım. Evvelinde alelade bir meyve ismi olan bu kelime 2015 yılında kendisine yapılan ve şehadetle neticelenen menfur saldırı sonrasında insanların algısında kiri pisi azaltmaya çalışan manasına gelen KİR-AZ olarak bambaşka bir okumaya, hissiyata dönüşmüştür.
Bu durumda ağzımızdan çıkan her sözcük yada kağıda döktüğümüz her kelime hatta bahtımıza düşen isimlerimiz bize bahşedilen birer hediye ve emanettir. Yaptıklarımız ve yapmadıklarımızla taşıdığımız bu kelimeleri yüceltmek ya da gözden düşürmek tamamen bizim elimizdedir.
Gündelik kelimelerin arasından sıyrılıp toplumun maşeri vicdanında makes bulan kelimeler için bu daha bir geçerlidir. Devlet, millet, inanç, sağlık, ekonomi, eğitim, gibi toplumsal aidiyetimizi belirleyen kavramların ilelebet sürebilmesi aynı zamanda bireysel yaşamın korunarak üretim ve tüketimin istikrarlı bir şekilde devamlılığının sağlanması, insanların geleceğe daha iyi bakabilmesinin temelinde yine kelimelerin efsunlu simyası vardır. Ve tüm bu değerlerin devamının birincil şartı adalettir.
Adalete duyulan algının, saygının devam eden pozitif sürekliliğini ne pahasına olursa olsun korunması her şeyden daha öncelikli ve önemlidir. Bunu sağlayacak olan en önemli faktörde gerekirse her bedeli ödeme pahasına hiçbir güç karşısında eğilip bükülmeden kanunlardan ve hakkaniyetten yana tavır koymasını bilen hukukçulara düşmektedir.
Bakalım hemen hemen her şeyi bir şekilde etkileyen adalet kelimesini harflerine ve eklerine ayırdığımızda bize neler söyleyecek.
Öncelikle alfabenin birinci harfi olan ‘A’ ile başlaması kelimenin önceliğini ve değerini pekiştiriyor. Sonra yanına gelen ‘D’ harfi ile birlikte ‘AD’ kelimesi karşılar bizi. Ad yani isim. Kimin haklı kimin haksız neyin doğru neyin yanlış olduğunu gösteren; haklı gördüğünü günışığıyla yıkarken ötekini karanlığa mahkûm eder. Dolayısıyla adalet, bu işin adını koyan mizanın ta kendisidir.
Yeniden eklenen bir ‘A’ harfle kelime ‘Ada’ ya dönüşür. Olası tüm velvele, kaotik ve belirsizliğin kol gezdiği, renklerin karışıp kirlendiği, at izinin it izine karışıp değerlerin kaybolmaya yüz tuttuğu zamanlarda ak-pak gönüllerin ümitsizlikle kuşandığı bu fırtınalı kara gecelerde sığınılacak güvenli bir liman ve karanlığı silip günü muştulayan bir seyrangâh sunan ada’ yı çağrıştırır adalet.
Sonra ‘adale’ kelimesi karşılar bizi. Malumunuz adale kelimesi güç ve kuvvet anlamına gelmektedir. Kelimenin içerisindeki ilk iki kalın sesli harf olan ‘A’ nın kullanılması bu gücün muhtevasını pekiştirirken hemen akabinde gelen ‘E’ harfi dişil bir inceliği ve naifliği hâtıra getirerek güce denge muvazenesi sağlar.
‘Adale-t’ kelimesi yukarıda saydığımız cürümleri işlemeye kast ederek gönüllere hazan mevsimini yaşatmaya niyetlenen pervasızları derdest edip haddini bildirecek kolluk kuvvetlerini; sırtını dayadığı maşeri vicdanın makes bulmuş gücünü hatırlatır. Ve her halükarda hakkın gücünü varoluşsal bir ayân ile adaleti beyan eder.
En nihaye bir süt kadar berrak ve bir çelik kadar sağlam işleyen adalet mekanizması kor olup yanan yüreklere ferahlık veren ab-ı hayat olurken, işçinin alın terini, patronun güvenle açıldığı ufuklarda yelkeninin rüzgarını, geleceğe umutla bakan öğrencinin tutan kalemini, varlığının değerini ve yaşamanın ferahlığını hisseden kadının öz güvenini, iman ettiği değerlerini inançlarını korkusuzca yaşayabileceğini bilmenin huzurunu duyan insanı, pervasız bir avarelikle mutlu mesut yaşayan hayvanların o kalender yaşamı gibi hayatın tüm dinamiklerini koruyup kollayan ve devamlılığını sağlayan biricik güç adalettir.
Bu yüzden her zaman her şartta herkese hitap eden yegane güç olan adaleti el üstünde tutmak daimi önceliğimiz olarak kalmaya devam edecektir.

Madenci ( Kısa Film Senaryosu)

Bir iki sineğin etrafında döndüğü sarı bir lamba görürüz. ( Elektrik cızırtısı)
Toprağa işleyen kazma sesleri duyulmaktadır.
Burası kalaslarla desteklenen, yukarıdan elektrik kablolarının sarktığı, aydınlatmanın tek tük sarı renk veren lambalarla sağlandığı, kömür yüklü bir iki küçük vagonun göründüğü yeterince aydınlatılamamış, karanlıkça dar bir maden ocağıdır.
Maskenin içerisinden baktığımız; keskin nefes alışverişini duyduğumuz çizmeleri ve eldivenleri sarı renkli olan madenci adam, kazmasıyla çalışmaktadır.
Tepesinde aydınlatması olan gaz maskeli madenci bir müddet sonra durup kol saatine bakar. Nefes nefesedir.
Bir ara kulağına çocuk cıvıltıları, gülücükler gelir.
Dikkat kesilir.
O sırada kömürlerin arasında gördüğü parlak cismi eşeleyip eline alır. Bunun yarım ( madenî paradan büyükçe ) olduğunu görünce sinirlenip savurur.
Yeniden işe koyulur.
Çocuk sesleri daha yakından ve net duyulmaktadır. Annelerinin tatlı sert uyarılarıda gelince madenciyi maskesinin içinden gözleri kocaman açılmış yüzü gözü kirli bir şekilde görürüz. Ne olduğunu anlamaya çalışan şaşkın ve korkmuş bir hali vardır. Eliyle kulağını temizlemeye çalışır ve saatini kontrol eder .
Eline aldığı küreği ile var gücüyle kömürleri atmaya başlar.
Çocuk sesleri, gülücükleri daha da çoğalmıştır. Madenci artan sese oranla daha çok kömür atmaktadır.
Durmuş ve nefes nefese kalmıştır. Usulca eğilip kömürlerin arasındaki parlak cismi eline alır. Işığa doğru tutar. Bu bir coindir.
Keyifle gülümser
Gaz maskesini çıkarır.
Çıkarmasıyla birlikte bunun aslında bir sanal gözlük olduğunu görürüz. Adam son derece modern döşenmiş odasında şık bir yatak pijaması içerisinde ayakta durmaktadır.
Kapı açılır ve biri kız diğeri erkek iki çocuk sevinçle koşturarak babalarına sarılırlar. Elinde tepsi eldiveni olan anneleri gülümseyerek kapıdan bakar ve ‘ne yapayım engel olamadım ‘ dercesine bir hareket yapar.
Adam çocuklarla şakalaşırken elinde tuttuğu coini bir muzaffer edasıyla eşine gösterir.
Kadın buna çok sevinir ve o da sevinçle ailesinin mutluluğuna ortak olur.






Şah – Mat ( Kısa Film Senaryosu)

Karanlık bir odaya tam tepeden gelen güçlü bir ışık düşer.( Düşen elektrik şalterinin sesini duyarız.)Işığın aydınlattığı dünya haritasını görürüz.Bir kalem bu haritada enlemesine ve boylamasına çizgiler çeker.(Referans, Ay yapımın jenerik görüntüsü)Sonuç olarak ortaya üzerinde belirgin çizgileri olan bir satranç tahtası çıkar.Hiç temas olmaksızın yeşil! renkli piyonlar birbiri ardına sırasıyla periyodik bir hızla yerine oturur.Sonra arka sıradaki yeşil taşlarda önceki taşların tersi istikametinde karelerine yerleşir.( Yerini alan her bir taşta yere temas sesi belirgin şekilde duyulur.)Siyah piyonlarda aynı şekilde herhangi bir temas olmaksızın birbiri ardına karelerine yerleşir.En son piyonun ardı sıra diğer siyah taşlarda tahtaya temas sesi işitilecek şekilde yerine oturur.Tahtaya yerleşen yeşil ve siyah taşlarla beraber satranç saatini görürüz.Lüks kol saati takan ve kahve kupasını tutan eli ( en fazla kolunu ) görebildiğimiz siyah taşların oyuncusu yerine kurulur.Satranç saatinin kadranları sıfırlanır‘Kim milyoner olmak ister’ yarışması oyun başlangıcına benzer bir ışık oyunu ve uyumlu bir başlangıç müziği duyarız.Yeşil taşların saati/saniyesi işlemeye başlar.Yeşil piyon kendiliğinden iki kare ilerlerPiyonun durmasıyla birlikte neşeli bir kuş sesi işitilir.Bu defada siyah taş oyuncusunun satranç saatinin saniyesi işlemeye başlar.Gösterişli kol saati takan oyuncu siyah piyonla hamle çeker.Piyonun hareketiyle birlikte araba motoru/kontak sesi duyulur.Bu defa yeşil tarafın saniyesi kaldığı yerden devam eder.(Tik-tak, tik-tak…)Başka bir yeşil piyon herhangi bir temas olmaksızın iki kare ilerler.Durmasıyla birlikte bir kuş sürüsü sesi işitilir.Siyah taş oyuncusunun ata el atmasıyla birlikte gürültülü bir trafik sesi duyulur. Adam saate dokunur ve yeşil taşın saniyesi işlemeye başlar.Bunun üzerine yeşil at kendiliğinden hamle yapar.Yeşil at yeni yerine varınca rüzgarda hışırdayan ağacın yaprak sesi işitilir.Siyah adamın file dokunup hareket ettirmesiyle birlikte “hızar” sesi duyulur.Yeşil taş ağır çekim düşerken kesilen bir ağacın sesi ona eşlik eder.Yoğun bir şekilde saniyelerin tik-tak sesini duyarız.Yeşil fil herhangi bir temas olmaksızın ilerler ve güçlü bir gökgürültüsü duyulur.Siyah taşlardan birisi düşer.Siyah taş oyuncusu kahvesinden bir yudum alır.Bir müddet işleyen saniyeden sonra siyah atı oyuna sokar.Kamyon homurtusuyla birlikte geri geri gelen ses/anarya sesi işitilir. Yeşil taş devrilir.Yeşil piyon iki hamle öne çıkarHuzurlu bir yağmur sesi işitilir.Siyahlı adam bir müddet düşünüp oyuna fil ile devam eder.Yüksek voltaj elektrik sesi duyulur.Yeşil taşlardan birisi yere kapaklanırken ateşte yanan bir ağaç sesi işitilir.Saniyeler işlemeye devam etmektedir.Heyelan yada deprem sesini andırır bir sesle birlikte satranç tahtası ve üzerindeki taşlar sallanır.Bir kaç tane siyah taş devrilir.Arka fonda ise yaşanılan afetle ilgili değişik dillerden haber cıngılı ile birlikte ambulans sesleri işitilir.Siyahlı oyuncu telaşlı/kızgın şekilde kahvesinden bir yudum alıp kupayı sert şekilde masaya koyar.İki elini kavuşturarak bir müddet düşünüp veziri oyuna sürer.Saniyelerin sesi eşliğinde işaret parmağını vurmaktadır. (Tık-tık-tık…)Bir zaman sonra parmağı hareket etmeden masada kalır. Ama ses (tık-tık-tık…) gelmeye devam etmektedir.(Bu damlamakta olan bir su sesidir.)Bir müddet yeşil taşları eğik açı ile görürüz.İşleyen saniyeyi görüp sesini duyarız.Sonra içlerindeki yeşil taşlardan birisi kendiliğinden düşer. Yeşil fil önceki yeşil taşların aksine daha ağır, mecalsiz bir şekilde ilerler. Ona bir çöl fırtınası/ uğursuz, acı bir rüzgar sesi eşlik eder.Siyah taş daha yeşil fil ona ulaşmadan esen rüzgarın sesiyle yere kapaklanır.Siyah taşlardan kale hareket eder.Aynı anda rahatsız edici, yoğun bir fabrika çalışma sesi işitilir.Yeşil taşlardan birisi daha düşer.Yeşil taş hareket eder. Ve acı bir tonda kurt (kızıl kurt) uluması duyulur.Siyah at hareket eder.Siren sesi duyulur. Yeşil taş düşer.Yeşil vezir hareket eder. Keskin bir tipi (soğuk rüzgar) sesi duyulur.Siyah taşlardan bir tanesi donmuş şekilde yere düşer.Siyah taş oyuncusu kupasından son bir yudum daha alır ve siyah veziri oyuna sokar. Veziri almasıyla birlikte ağır çekim yerine doğru gider. Bu arada silah ve savaş sesleri duyulur. Siyah vezir, tahtaya temas sesi net şekilde duyulacak şekilde yeşil taşların arasına oturur. Karesine oturmasıyla birlikte güçlü bir bomba sesi duyulur ve etrafındaki 4-5 yeşil taş yere kapaklanır.Eğik açıyla yeşil şahı görürüz.Gülümseyen oyuncunun dudaklarından “ŞAH”Sözü duyulur. Yukarıdan rengarenk ışık demeti yansır. Sevinçle çırptığı ellerine ve zafer kahkahalarına konfeti yağmuru eşlik eder.Renklerden sadece kırmızı kalıncaya kadar azar azar azalır.(Keman sesinin baskın olduğu ve gittikçe belirginleşen gerilim müziği duyulur.)Üzerine kırmızı ışık vuran konfetilerin döküldüğü yeşil taşları görürüz.Adam sevinçle gülmeye devam ederken kağıt para büyüklüğündeki bir kağıdı eline alır ve inceler. Bu bomboş beyaz bir kağıttır.Paniklemiş şekilde hemen arkasını çevirir. Onu atıp aynı şekilde bir kaç tane kağıda daha bakar.Kızgın bir şekilde elini masaya vurur ve kupayı devirir.Üzerinde konfeti ve yıkılmış taşların olduğu dünya haritalı satranç tahtasına kahve dökülür.Kuşbakışı/tanrısal bakış açısıyla bu çirkin ve kirli manzarayı görürüz. Karga sesleri bu manzaraya eşlik eder.Derunî bir ses “MAT”Der.Tepeden inen ışık hüzmesi etrafı karanlıkla çevrili satranç tahtasını aydınlatır.Işık hüzmesi azalarak kaybolur. Ekran bozulmaya başlar ve karıncalanır.

Hayata Yer Aç ( Kısa Film Senaryosu)

Tam cepheden gördüğümüz bir çift ayak parkeler üzerinde yürümektedir. Kısa bir yürüyüşten sonra ayakların sahibinden bir bonibon kutusu yere düşer ve içerisindeki rengarenk şekerler yere savrulur.Ayak bir müddet durur.Bonibon kutusunun yuvarlanması durunca ayak yeniden hareket ederek merdivene kadar gelir.Merdiven aşağıdan yukarıya sonsuz bir uzunlukta görünmektedir. ( Referans: Vertigo filmindeki kamera efekti hareketi)Darth Vader tarzı nefes alıp veren kahramanımız bir kucak dolusu abur cuburla merdivenden yukarı doğru çıkmaktadır.Oda içerisinden gördüğümüz ( Tercihen Amerikan tarzı yuvarlak forma sahip) kapı kolu bir iki denemeden sonra açılır.Ayaklarını görmeye devam ettiğimiz kahramanımız girişteki futbol topunu kenara iteler. Odanın içerisinde (tercihen seyyar,ayaklı) bir boy aynası, üzerinde; kum saati, model adam, kalemlik ve oynar başlı bir köpek oyuncağı gibi materyallerin olduğu bir kitaplık, duvarda vitruvius adam posteri, darth tahtası, beyaz fon üzerinde siyah kadranlara sahip; sade, büyükçe bir duvar saati,ayın 12 si işaretlenmiş (haftasonuna gelecek) bir takvim, perdesi çekili bir pencere ve çalışma masası vardır. Odaya loş bir hava hakimdir.Yüzünü göremediğimiz kahramanımız elindeki abur cuburlarla birlikte diğer yiyeceklerini çalışma masasının üzerine bırakır. Bir iki küçük şekerleme masadan aşağıya düşer.Masa üzerinde kamp çadırlarının önünde poz veren bir grup neşeli izcinin fotoğrafı vardır. Fotoğraftakilerden birisinin boynunda dürbün (Alternatif:Düdük) takılıdır. Kahramanımız göğsüne dokunup yoklayarak masanın çekmecelerini karıştırmaya başlar. Eline geçen palet, fırça, resim defteri, mızıka, pusula, zeka küpü, satranç taşı (at),dolmakalem vs. masanın üzerine koyar. Nihayet aradığı dürbünü (düdüğü) bulmuştur. Nefes alıp verişi/tıslaması duyulmaktadır. Dürbünü (düdüğü) boynuna takar. Masanın yanındaki sırt çantasını yerden alıp masa üzerinde ki yiyecekleri çantaya yerleştirmeye başlar.Sandviç, şekerlemeler, hamburger, cips, jelibon, çikolatalar, gofretler,ambalajlı kekler, meyve suları (Meyvenin aslı yerine bunu tercih ediyor)…Saatin saniyesi 12’den aşağıya doğru inmektedir. Çantaya aburcuburları doldururken bazılarını (kuruyemiş,kurumeyve,ayran,kefir,meyve-elma/ portakal) masanın üzerinde bırakır. Saatin tik takları bu mekanik görüntüye eşlik eder. Tik-tak tik-tak tik-tak…Çantaya yerleştirilen abur cuburlarla beraber saniye ağır bir şekilde tak tak tak tak… sesleri eşliğinde aşağıya doğru inmektedir.Çekiçle duvara çakılan kırmızı renkli çivilerdende aynı şekilde tak tak sesi gelmektedir.Masa üzerindeki yiyecekleri alıp çantasına yerleştirirken arada duvara çakılan çivi ve aşağıya doğru inen saniyenin görüntüsü iç içe geçer.Kahramanımızı kitaplıkta bulunan oynar kafalı köpeğin açısından görürüz. ( Köpeğin kafası sabit durmaktadır.)Boynunda dürbünü (düdüğü) olan kahramanımız çantayı tıka basa doldurmuştur.Masanın üzerinde kalan sağlıklı yiyeceklerin arasındaki su ve p’ola (pepsi-cola karışımı bir logoya sahip) arasında kararsız kalmış gibidir.Bir an çekiç çiviyi çakmaz ve öylece kalakalır. Saniye tam onikiye gelmiş ve o da durmuştur. Kahramanımız bir müddet hiç hareket etmeden, ses çıkarmadan sessizce bekler. Sonra Dark Vaderin sesini andıran tıslama sesi yeniden işitilir. Ve eli P’ola’dan yana gider. P’olayı çantasının yan tarafındaki fileli cebe koyar. Saniye aşağıya doğru inmeye başlamıştır. Çekiç yeniden çiviyi çakmaya başlar.Masanın üzerindeki eşyalar arasında en küçük hacimli dolmakalemle birlikte küçük bir paket meyve kurusunu çantanın ön cebine yerleştirir.Çalışma masası üzerindeki raflara uzanır. Orada klasik görünümlü bir fotoğraf makinası vardır. Saniye yeniden durur gibi olur. Çekiç havada asılı beklemektedir.Kahramanımız fotoğraf makinasının arkasındaki hap ile sprey kutusunu alır.Tıka basa dolu olan sırt çantasını yoklar ve ön cebdeki dolmakalem ile meyve kurusunu çıkarıp masanın üzerine koyar.Saniye kaldığı yerden aşağıya eğimli şekilde çalışır. Çekiç yeniden çiviyi çakmaya başlar.Sırt çantasının kapağını zorlayarak kapatır ve kapıya doğru yönelir. (Bundan sonra seri bir şekilde ‘Dark Vader’ın sesini andıran tıslama sesi işitilmektedir.)Masada sağlıklı yiyeceklerle beraber çekmeceden çıkarıpta orada bırakılan malzemeler kalmıştır.Duvara çakılan kırmızı çiviler çaprazlama olarak birbirisi içerisine geçerek çarpı işareti şeklini almıştır. ( Dokuz adet çivi sayısı baz alınmıştır.)Ayaklar yerdeki futbol topu eşliğinde kapıya doğru yönelir. Aynı zamanda ekşi suratda denilen şekerlemelerin ambalajındaki meşum suratı farkederiz.Yüzünü göremediğimiz kahramanımızın aynadaki yansımasında obez şeklini almış; dışarı taşmış göbeğini, boynundaki dürbününü ve sırtındaki çantalı halini görürüz.Kitaplıktaki köpekle birlikte diğer materyalleri ve kitapları görürüz.Kapının kolunu tutup hafifçe çevirir.Oyuncak köpeğin yüzünü çevirmiş bakışına odaklanırız.Kahramanımızın nefes alış verişi aynıyla devam etmektedir. Bir müddet hareket etmeksizin bu şekilde durur.Masa üzerinde ki resim malzemeleri, mızıka, zeka küpü, pusula, satranç taşı(at),dolmakalem vs. gibi materyalleri görürüz.Yerde ki top ve ekşi suratlı şekerlemeyi gördükten sonra kahramanımız derin mi derin bir nefes çeker.Kitaplıktaki köpeğe hafifçe dokunur. Köpeğin kafası aşağı yukarı hareket etmektedir.Kahramanımızın ayakları kararlı bir şekilde yeniden odanın içerisine doğru yönelirPerdeyi açar ve içerisi aydınlanır.Sırt çantasını sert bir şekilde çalışma masasının üzerine vurur. Aynı sert hareketlerle çantasındaki abur cuburları özensiz bir şekilde alıp masaya koyar/savurur. Çantayı ters çevirip içinde hiç bir şey kalmadığını görünce masa üzerindeki sağlıklı yiyecekleri (Kuruyemiş,kurumeyve,ayran,kefir,bir kaç taze meyve vs.) çantaya koyar. Bu arada duvar saatinin saniyesinin 6’dan yukarıya doğru çıktığını görürüz.Duvarda çakılı duran çivilerden birisine dalgalı bir nehirde boynunda dürbün (düdük) takılı birinin kanoda kürek çeken fotosu takılıdır.Çantasında bir hayli yer kalmıştır. Masanın üzerindeki abur cuburları eliyle öteler.Çantaya resim defterini,paletini,suluboyasını koyarÇivilerden birisine şövale başında resim yapan birisinin fotoğrafı asılır.Matematik soru kitabını,kalemliğini ve bir romanı (Tercihen, Martin Eden) çantaya koyarMezuniyet fotoğrafının çivilerden birisine asıldığını görürüz.İngilizce bir sözlük ve yabancı dille yazılmış bir kitabı sırt çantasına yerleştirir.Yabancı bir ülkede arkadaş grubuyla çekilen eğlenceli bir fotoğrafın çiviye eklenir.Mızıkayı koyarAy ışığında,yıldızlar altında kamp ateşi etrafında arkadaşlarına gitar çalan bir fotoğraf belirir.Köpeğin kafası sallanmaya devam etmektedir.Saniyeler yukarıya doğru hareket etmektedir.Zeka küpü, pusula ve satranç taşını (at) çantaya yerleştirir. Motoruyla (chopper tarzı) yol alırken bir fotoğrafı çivili yerleşir.Çantanın yan tarafındaki p’olayı çıkarıp onun yerine su şişesini yerleştirirÇantaya bir parfüm şişesi, bakım kremi ve tarak koyarVe mutlu bir çekirdek aile fotoğrafının tam ortadaki çivide takılı olduğunu görürüz.Çantasını kapattıktan sonrakapıya doğru bir iki adım atmıştır ki tekrar geriyer döner ve çantayı masaya bırakır.Çantanın ön cebindeki ilaçları çıkarıp aldığı yere geri koyar. Fotoğraf makinasını alıp çantanın ön cebine yerleştirir.Arkadaş grubuyla çekilmiş eğlenceli bir fotoğrafının asıldığını görürüz.Islık çalarak çantasını sırtına alır ve kapıya doğru yürümeye başlar.Masada aburcuburlar dağınık bir şekilde kalmıştır.Duvarda ki çivilerin birisi hariç hepsi fotoğraflarla dolmuştur.Kapıya doğru ilerleyen ayaklarını görürüz. Futbol topunun yanına gelince artistik bir ayak hareketiyle topu kucağına alır.Eksik olan çiviye halı sahada arkadaşlarıyla kupa kaldırırken ki eğlenceli bir fotoğrafı eklenir.Aynada son derece fit görünümlü boynunda dürbünü sırtında çantası olan kahramanımız yansır.Oyuncak köpek kahramanımızn ıslığı eşliğinde kafasını sallamaya devam etmektedir.Kahramanımız köpeğe küçük bir dokunuşla daha hızlı hareket etmesini sağlar. Sahnede kafasını sallayan köpek çalan ıslık sesiyle ritmik olarak hareketine devam etmektedir.Bu arada kapının açılıp kapandığını ve uzaktan gelen neşeli ıslık sesini duymaya devam ederiz.

Peri Kız ve Bay Kurbağa ( Masal vol.2)

     Bir varmış bir yokmuş zamanın birinde üç tarafı bataklıkla çevrili kocaman bir orman varmış. Bu ormanda her türden çeşit çeşit hayvan yaşarmış. Kükreyen aslan, kocaman fil, yaramaz maymun, hızlı tavşan… daha nelerde neler. Ha birde bataklığın hemen yamacında sazların arasında bay kurbağa yaşarmış. Bay kurbağa sabahları erkenden kalkıp vraklayarak dolaşmayı çok severmiş. Vrak vrak vrak… 

    Yine bir gün bataklıkta gezinirken bir ses duyar gibi olmuş. Her tarafa bakınmış ama kimsecikleri görememiş. Yanlış duydum galiba deyip yeniden vraklamış. Ve zıplayarak oradan uzaklaşmaya başlamış. Zıp zıp zıp…

     Ama kulağına sesler gelmeye devam ediyormuş. Geriye dönmüş. Pörtlek gözlerin kocaman açmış ve her tarafa dikkatlice bakınmış. Sonunda çalılıkların arasında su sarmaşıklarına dolanmış bir peri kızını farketmş.

     Zavallı peri bir hayli yorgun ve bitkin görünüyormuş. Bay kurbağa ona yardım etmiş. Ayağına sarılan sarmaşıkları temizlemiş. Peri kızı sırtına almış. Onu oradan çıkarmış. Peri kızını yavaşça bir nilüfer yaprağının üzerine bırakmış.

     Peri kız bir zaman sonra güneş ışıklarıyla kendine gelir gibi olmuş. Kanatlarını şöyle bir hareket ettirmeye çalışmış. Ama olmamış. Bunun üzerine bay kurbağa peri kıza aceleci davranıpta kendisini yormamasını istemiş. 

     Peri kız bay kurbağaya hak vermiş. Biraz dinlenmenin kendisine iyi geleceğine karar vermiş. Bir zaman sonrada başından geçenleri anlatmaya başlamış. Meğer peri kız ailesiyle birlikte ulu çınarın kovuğunda yaşıyormuş. Hep birlikte buraya piknik yapmaya gelmişler. Saklambaç oynarken de burada su sarmaşıklarına yakalanmış. “Kim bilir beni ne çok merak etmişlerdir?” deyip son bir gayretle kanatlarını çırpmaya koyulmuş. Sonunda da başarmış. 

      Bay kurbağa yavaşça uçmaya başlayan peri kızın ayaklarından yakalayıvermiş. Kendisine şaşkın şaşkın bakınan peri kızına eğer dileğini gerçekleştirmezse onu asla bırakmayacağını söylemiş. Peri kız, bay kurbağaya tekrar tekrar kendisini serbest bırakması için yalvarmış. Ama bay kurbağa hiçte oralı olmamış. Sadece kocaman bir vrak demiş. Vrak vrak vrak…

       Peri kız çok korkmuş. Kekeleyerek “tamam” demiş. “İstediğini yapacağım. Ama öncelikle beni bırakmanı ve gözlerini de kapamanı istiyorum” demiş. Bay kurbağa pörtlek gözlerini kocaman yapıp peri kıza bakmış. “Unutma, eğer yalan söyler ve kaçıp gidersen artık evinin nerede olduğunu biliyorum” demiş. Zavallı peri kız yeni tanıştığı birisine hemencecik güvenipte evinin yerini söylediği için çok pişman olmuş. Başka çaresi olmadığını anlayınca da çaresiz bir şekilde “tamam” demiş. Bunun üzerine bay kurbağa “Seni bırakıyorum” diyerek yapış yapış ellerini çözmüş. 

       Peri kız hemen kanatlarını kocaman açmış ve havaya yükselmiş. İncecik kanatları yakut ve zümrütlerden yapılmışçasına pırıl pırıl parlıyormuş. Peri kız öncesinde yavaş yavaş bir o yana bir bu yana uçmuş. Sonrada mutlulukla parlayan gözlerini yavaşça kapayan bay kurbağanın etrafında hızlıca dönmeye başlamış. Dönmüş, dönmüş dönmüş… Bay kurbağanın etrafında uçtukça kanatlarından rengarenk pullar dökülüyormuş. Bay kurbağa gözünü yavaşça açmış ve içinden geçen dileğini yüksek sesle vraklamış. “ Kral olmak istiyorum. Ben Bu ormanın kralı olmak istiyorum.” Bunun üzerine peri kız “O zaman ormanın yeni kralına selam olsun.” Diyerek evine doğru kanat çırpmaya koyulmuş.

    Bay kurbağa şöyle derince bir nefes çekmiş. Ama nasıl derin nasıl derin. Şişmişte şişmiş. Daha şimdiden kendisini yenilmez kocaman bir kral gibi hissediyormuş. Şişmiş şişmiş şişmiş sonrada nefesini bırakarak öyle bir vraklamış ki sesi ormanın dört bir yanında yankılanmış. Vrak vrak vrak…

    “Bunu herkes duymuştur artık” diye düşünerek gururla zıplamaya koyulmuş.  Arada nefesini tutup kendisini şişirerek suda yansımasını izliyor etrafında gördüğü her şeyin aksine kendisini daha büyük, çok büyük, en büyük olarak görüyormuş. 

     Sonra bu büyüklüğüne yakışır şekilde kendisini yenilemesi gerektiğini düşünmüş. Şöyle bir etrafına bakınmış. Ve yerde yarısı yenmiş bir yer fıstığı kabuğu görmüş. Hemen kafasına yerleştirmiş. Kafasına cuk diye oturmuş. Sonrasında ucu yanmamış bir kibrit çöpü görmüş. Bunun kendisine yakışır bir asa olduğuna karar vermiş. Suya düşmüş bir çınar yaprağından kendisine sandal yapmış. Dikkatlice onun üzerine yerleşmiş ve yola koyulmuş. 

      Bay kurbağa bataklıkta dolaşırken güzelce bir yerde kendisine yakışır bir saray yeri bakınmaya başlamış. Oraya mı yapsam buraya mı kursam diye dolanırken kendisini görüpte kaçışan kelebeklere, balıklara ve kuşlara küçümser bakışlar atmayı ihmal etmiyormuş. “Ne de olsa krallarıyım. Tabii ki benden çekiniyorlar” diye düşünmüş. Arada uzun dilini savurarak sinekleri yakalayıp yemeyi de ihmal etmiyormuş.

       Bay kurbağa üç tarafı bataklıklarla çevrili bu cennet ormanda ki krallığının tadını çıkarıyormuş. 

    Uzun sırım gibi bacakları ve turuncu gagasını gökyüzüne diken bir leylek görmüş. Bir an korkusundan saklanacak delik aramış. Ama sonra bir kral olduğunu hatırlamış. Kaçıp saklanmak şöyle dursun dalgın dalgın gökyüzüne bakınan leyleğin üzerine üzerine ilerlemeye başlamış.

    Bay kurbağa pardon kral kurbağa, kocaman pörtlek gözleriyle iyiden iyiye yanına sokulduğu leyleğe dik dik bakınmaya başlamış. Bir yandan da tehdit edercesine hiç durmaksızın vraklamaya devam ediyormuş. Aslında bu leylek, kaybettiği sürüsünü arıyor ve oracıkta birazcık dinleniyormuş. 

    Leylek, öncesinde kafasında fıstık kabuğu, elinde kibrit çöpü olan bu tuhaf kurbağayı görmezden gelmiş. Fakat sonrasında boğazını kocaman şişirerek, pörtlek gözlerini kendisine diken ve ara vermeden vraklamaya devam eden bu sinir bozucu kurbağaya bir ders vermek istemiş.

     Ve daha ne olduğunu anlamadan ayaklarıyla bay kurbağayı yakalayarak yükselmeye başlamış. Zavallı kurbağa buna nasıl cüret edersin dercesine vraklamaya devam ediyormuş. Ama leylek hiç oralı olmamış ve sürüsünün gitmiş olduğu yöne doğru hızlıca kanat çırpmaya devam etmiş. Leylek yükselmişte yükselmiş.

     Bay kurbağanın yer fıstığından tacı havaya savrulunca vraklamayı kesmiş. Aşağıya bakıpta ne kadar yüksekte olduğunu anlayınca çok korkmuş. Her şey ne kadarda küçücük görünüyormuş. Bırakın bataklığı, orman bile aslında sandığı kadar büyük değilmiş. Zavallı kurbağanın sesi çıkmaz olmuş. Leyleğin kendisini bıraktığı takdirde düşüp parçalanması içten bile değilmiş.

    Leylek kafasını şöyle bir korkuyla titreyen kurbağaya çevirmiş. Ve onu boşluğa doğru bırakmış. Yere çakılmazdan evvel haddini bilemeyipte büyüklendiği için duyduğu pişmanlık bay kurbağanın kocaman açılan pörtlek gözlerinden okunuyormuş.

Çatlak ( Kısa Film Senaryosu )

Mutfak musluğu su damlatmaktadır.Uyumakta olan bir adam görürüz.Hemen yanındaki masada bulunan saatten alarm sesi gelmektedir.Kahramanımız uyanmakta zorlanmaktadır. Kafasını yastığın altına koyar.Eli masanın üzerinde gezer. Saate dokunur. Ama onu bırakır. Sonunda eski-nadir bir bozuk parayı kavrar. (Paranın yazı tarafı görünsün)Yatakta oturur. Uykulu görünmektedir. Parayı öper ve havaya atar. Tura çıkmıştır.Gerinir. Uyanmak için kafasını sallar yüzünü hafifçe tokatlar. Çalan alarmı kapatır.Yatağı toplar.Perdeyi açar.Çekmeceyi açar. İki saat vardır. Kararsız görünmektedir. Elini şaklatır. Parayı yeniden havaya atar. Tura çıkmıştır. Spor saatini koluna takar.Kırmızı ve yeşil renkli iki çorabı eline alır. Yeşili giyecek gibi olur. Sonra aklına bir şeyler gelmiş gibi durur. Parayı havaya atar. Yazı çıkar. Sonuçta ayak baş parmağı yırtık olan kırmızı çorabı ayağında görürüz. Eğilip ucu yırtık çorabı düzenler.Mutfak musluğu su damlatmaktadır.Ucu kapalı çaydanlığa musluktan bolca su doldurur. Hatta bir kısmı dökülür. Bu aşamalarda musluktan su akmaya devam etmektedir.Koltuğa kurulup TV yi açar. Haber kanalı ve spor proğramı arasında gelip gider. Parayı çıkarıp havaya atar.Haber spikeri (doğal bir tarzda sabah haberleri sunmaktadır)“Evet sayın izleyen sizinde ekranda gördüğünüz gibi barajlarımızın doluluk oranı bu şekilde. İsterseniz bu manzarayı değerlendirmesi için bir uzmanla görüşelim.evet sayın UZMAN söz sizde”(Gözlüklü, omuz kemeri olan ve ekranda isim olarak ‘Bir UZMAN’ yazan birisi ekranda belirir.)“İsraftan korunmak ve suyu tasarruflu kullanmak zorundayız.Suyu bir damla dahi gereksiz kullanmak demek bizi kuraklık ve kıtlık gibi hiçte karşılaşmak istemeyeceğimiz sonuçlara götürecek. Ve sayın seyirciler bu şekilde bilinçsiz davranışlar ne yazık ki çokta uzak olmayan bir zamanda bizim kaçınılmaz gerçekliğimiz olabilir.”Kahramanımız ‘hey yavrum hey’ der gibi elini sallar.Musluk su damlatmaktadır.Çaydanlıktan su kaynamaktadır. (çaydanlık,ucu açılıp kapanan tarzda bir aparata sahip olsun)Tv başında oturan kahramanımız ayak parmağını kaşımaktadır. Ayağa kalktığında yırtık ayak parmağı ucunda bir çatlak lekesi görürüz.Çay ya da kahve arasında karar veremez. Parayı havaya atar. Tura çıkar. Keyifle sallama çayını açıp bardağına koyar.Suyun çoğu çaydanlıkta kalmıştır.Pencereden dışarı bakmaktadır. Bacağının arkasını bir iki defa kaşır.Pencere önündeki saksıyı fark ederiz. İçeride (odada) bulunan kısa sert yapraklı bir çiçektir.Bu arada TV deki bir çiftçi”Tarımsal alanda damlatma tekniğiyle kullanılan su oranında ciddi bir tasarruf sağlandığı gibi verim noktasında da daha fazla ürün alınabilmektedir. Klâsik yöntemle sulama hem verimin düşmesine hemde su israfına sebep olmaktadır.”Mutfağa gider. Sağına soluna bakınır. yarım bardak çayını lavaboya döker. Taşacak şekilde su ile doldurur. Balkondaki çiçeğin suyu da taşar.Mutfaktaki musluk yeniden su damlatmaya başlar.Kahramanımız poposunu kaşır.TV deki spiker konuşmaya devam eder.Bu dünya hepimizin sayın izleyen. Benim, senin, hepimizin bu dünya için yapmak zorunda olduğumuz sorumluluklarımız var. Mesela izlemiyorsan kapatacaksın arkadaşım şu televizyonu. Bu gereksiz enerji sarfiyatı demek. Efendim, kaynaklarımızın boşa kullanılması demek.”Kafasını kahramanımızdan yana çevirir. Ona bakar gibi yapar ve ‘ hey yavrum hey’ der gibi elini sallar.”Kime diyorsam artık. Çatlak!”Kahramanımız mutfağa geçer birkaç kirli tabak vardır.Bulaşık makinası ve su damlatan musluğu görürüz.Yazı tura atar.Eldiveni takar. Tabakları fırça yardımıyla musluktan akan bola saça akan su ile yıkar.Eliyle sırtını-boynunu kaşır.Boynuna doğru çatlak lekesi görünür.( Enseden)Eldivenlerin bittiği yerden çatlak lekesini farkeder.Su akmaktadır.Eldivenlerini çıkarır.Elleri kuru toprak gibi çatlamıştır.Aynaya baktığında yüzünün de aynı eli gibi çatlamış olduğunu görür ve çığlık atar. ( El hareketleri ‘çığlık’ tablosunu andırır)Ekran buğulanırken alttan alta duyulan alarm sesi daha belirgin duyulmaya başlar.Görüntü netleştiğinde musluğun su damlattığını görürüz.Alarm çalmaya devam etmektedir.Kahramanımız gözlerini kocaman açarak uykusundan uyanır.Hızlıca yorganı savurur ve yatağından kalkar.Gidip su damlatan musluğu kapatır. ( Ön planda su damlatan musluk görünsün)Kahramanımız alarmın sesini kapatır.Masa üzerinde yeşillikler ve su kaynağı kenarında eğlenen kalabalığın fotoğrafını görürüz.Para masanın üzerinde ve ‘tura’ görünmektedir.’Geleceğini şansa bırakma