Kimseden çıt çıkmıyordu. Burasıyla alakalı en çok sevdiği şeyde buydu doğrusu. Konuşmak şöyle dursun aksırmak tıksırmak hapşırmak… Bunların hiçbiriyle karşılaşmayacağınıza emin olduğunuz nadir yerlerden biriydi kütüphane. Bu kurallara aykırı davranan birisi oldu mu görevliden önce birçok göz hemen üzerinize kilitlenirdi. Kusurunuzun derecesi veyahut tekrarına istinaden kitaplara odaklanan başlar size çevrilir, kaşlardan en az birisi de çengel şekline gelip esaslı bir ihtar yerine geçebilirdi. Ama bunlar arasında şüphesiz en korkutucu olanıysa birçok boğazın gırtlaktan temizlenir gibi yapılarak keskin gözlerin üzerinize dökülmesidir. Ki bu hemen hemen görevlinin dahil olmadan önce size yapılabilecek uyarının da son raddesidir.
Müdavimi olduğu kütüphanenin demirbaşlarından birisi sayılırdı. Kendisi gibi buraya gelen göz aşinalığı kurduğu pek çok kimseyle ne konuşmuş nede selamlaşmışlığı vardı. Ama aralarında oluşan tanışıklıkları için onların sesini duymaya ya da selamlaşmasına gerek yoktu. Çünkü yaş aralığına ve ders çalışırken ki hallerine göre en son nereden mezun olduğu ya da hangi sınava hazırlandıkları çok rahat anlaşılıyordu. Eğer liseyi yeni bitirmiş ve kulağa sanki bu bir tercih edişmiş gibi gelen ‘mezuna kalan’ biri iseniz, değeri bilinmeyen geçmiş senelerin diyeti olarak kafanız masaya çarpacak kadar kitaplarınıza eğilirdi mesela. Kalanıysa hazırlandığı sınavın önemine ve kişinin her denemesiyle tükettiği senelerinden sonraki hevesine göre şekillenirdi. Siz bunu belki ilk görüşte anlayamazdınız ama buraların kıdemlisi iseniz kesinlikle şıp diye fark ederdiniz.
Kütüphanenin dışarısındaki sote yerlerde içlerindeki dumanı bir parça boşalttıkları ayaküstü sohbetler yapılırdı. Öğrenci eskileri, çalışmaya ara verdikleri bu kısa molalarda büyük çoğunlukla her sene değişen sınav sisteminden, kaynak kitapların artan fiyatlarından, deneme sonuçlarının yeterince tatmin edici olmamasından falan bahsederlerdi. Lise yılları daha erken, bilinçli, daha düzenli, daha istikrarlı çalışılması gerektiğine dair hayıflanmaların olduğu kısık sesle ‘keşke’lerin mırıldanıldığı karanlık zamanlar olarak görülürdü.
Bazı bazı aralarına yeni katılan birilerinin o yılların yarı yarıya çocukluk ve gençliğin ilk zamanlarına denk geldiğini ve zaten olması gerekene dair yaşanmışlıklar olduğunu dillendirirlerdi. Çocukluğunu yaşamak, akranlarıyla birlikte gençliğin o pervasız günlerinde telaşsız, endişesiz, gamsız yaşamakta ne demekti!
Hayatın eğlenceli olması gerekliliği çocukları kandırmak üzerine kurulu yanılsamadan, safsatadan başka bir şey değildi. Bugün bu düşünce ne kadar sahiciyse esasında dünde böyleydi ve bu gerçek gelecekte de daha beter şekilde karşılarına çıkacaktı. O kadar! Çalışmaktan başka seçenekleri yoktu ve bırakın yanlış yapmayı; bunu düşünme lüksleri hatta zamanları bile yoktu.
Babasının, anasının, öğretmenlerinin hatta sosyal medya algoritması sayesinde ikide bir karşısına çıkan gözlerinin ta içine bakıp kendisine parmak sallayan sanal hocaların ikazları bir kehanet gibi gerçekleşmişti işte. Hoş, artık elinden geldiğince bu uyarı kılıflı tehditlere itibar edip buna uygun davranmaya çalışsa da daima bir şeylerin eksikliğini yüreğinde taşıyordu. Ve birçok arkadaşı gibi geceleri vicdanını ellerine alıp kafasını yastığa koyduğunda mecburen uyumak zorunda olduğu o saatlerde yaptıklarından tatmin olmamış uykuyu hak etmemiş olduğuna inanıyordu.
Kendini kıt kanaat ay sonunu getirmeye çalışan babasının hesabından koca bir delik açmış gibi hissediyor, anasının kendilerini şahidi tuttuğu ve her sene mecburen çizik çekip vazgeçmek zorunda kaldığı istek listesinin müsebbibi olarak görüyordu.
Yağmur sicim gibi yağıyordu. Kütüphanenin üst katında her zamanki oturduğu masasından dışarıda koşuşturan insanların neşeli telaşını ruhunda duyumsayamadığını acı ile fark etti. Gözlerini rengi solmuş sert ciltli kitapların kuşattığı irili ufaklı tam 28 masanın yer aldığı büyük salonda gezdirdi. Hemen hemen herkes ciddi bir ifadeyle hummalı bir çalışmanın ortasındaydı. Kimileriyse az öncesinden dışarıdan geldiğinin alameti ıslak saçlarıyla bir ümit boşalacak sandalyenin özlemiyle pusuda bekliyordu
O anda kütüphanenin bu işleyişini koca bir makinenin dişlilerinden oluşan fabrikaya benzetti. Kendisinin de dahil olduğu bu sistemin devam etmesi için çarkların hiç durmaksızın dönmesi gerekiyordu. Bu benzetmenin gerçekliğinden kendisi de rahatsızlık duydu. Yıllardır okuyamamanın, başarısız olmanın karşısında ki tehdit unsuru olan fabrikada çalışan olmak bir yana şimdi acı bir ironiyle onun parçası olduğunu anlıyordu.
Eli yeniden önündeki şeker kutusuna gitti. Sarı renkli iki küçük hapı daha ağzına attı. Bir yudum su yetmeyince bir yudum daha aldı. Kafası iyiden iyiye bulutlanmaya elleri de artık karıncalanmaya başlamıştı. Kitaptaki geometrik şekiller iç içe geçmiş anlamsız bir hale gelmişti. Beyninin bir yanı her şeye rağmen algıladığı kadarıyla problemi tanımlayıp çözmek için can atıyor fakat bu çaba genç adamın zonklayan baş ağrısını daha da arttırmaktan başka hiçbir işe yaramıyordu.
Kafasını tavana dikti. Ne içinde duyduğu bu fabrikanın sessizce işleyen gürültüsüne ne de çalışmayacaksa madem masadan kalkıp kendilerine yer vermesini buyuran bakışlara tahammül edemiyordu. Kafası karışıyor odaklanmakta zorluk çekiyordu. Midesi devrini kaybetmiş bir çamaşır makinesi gibi kâh ileri kâh geri dönüyor çalkalandıkça çatlayan başından soğuk terler tane tane dökülüyordu. İyiden iyiye titremeye başlayan elleriyle önündeki şeker kutusundan gelişigüzel seçtiği bir hapı daha ağzına attı.
Nereden geldiğini ya da kimin olduğunu bilmediği masanın üzerindeki gazetede yazan bir haber dikkatini çekti. Kendisini kınayan bakışlara aldırmadan gazete sayfasını inatçı bir hırsla açtı. Gazetenin kuru hışırtısı bir anlığına koca salonu doldurdu. Hemen yanındaki siyah çerçeveli gözlük takan, kazaklı tombul çocuğun bakışına ve hışımla sandalyesini kenara çekmesini görmezden geldi. Bu haberi deli gibi okumak istiyordu. Başı dönüyor az öncesinde gözüne çarpan haberi boylu boyunca açtığı sayfada şimdiyse bulamıyordu.
Büyük puntolarla şehrin yeni belediye başkan adayının elleri havada sırıtan takım elbiseli pozuna iğrenerek baktı. Çok önemli bir habermiş gibi koca sayfanın yarısından fazlası bununla ilgiliydi. Yol yapım çalışmaları, trafik kazasındaki ölen insanlar, suyu azalan baraj, eli bıçaklı saldırganın sokaktaki 11 kişiyi sebepsiz yaralaması, hava durumunu bildiren sütun ve nihayet evet işte köşede küçücük o haberi gördü. Puntolar iç içe girmiş hareket ediyor gibiydi. Kafasını şöyle bir sallayıp var gücüyle dikkatini yazıya odaklamaya çalıştı. Evet işte cümleler birbirinden ayrılmaya başlamış hatta ilk kelimeyi de seçer gibi olmuştu.
“Dünya genelinde 100 ülke arasında yapılan anket çalışmasında Türkiye’nin, Avrupa’nın en sinirli ülkesi olduğu ortaya çıktı. Küresel dünya endeksi sıralamasında…” haber bu şekilde devam ediyordu. Daha fazla okumak içinden gelmedi. Nedense bu haber hayatının geri kalanını geçirmek için geçen yaz alengirli yollardan Almanya’ya kapak atmaya çalışan arkadaşını getirdi aklına. Hâlâ kafasının almadığı rizikolu şekillerde yolculuk yapmış ve yaklaşık bir ayın sonunda da istediğini gerçekleştirip Almanya’ya yerleşmişti.
Kütüphanede tanışmışlardı. Arkadaşı yıllardır atanmak için dirsek çürüttüğü bu çatıdan istediği puanı almış ama mülakatta elenmişti. Burnundan soluyor ve artık geleceği için her şeyi göze almaktan bahsediyordu. Yine böyle yağmurlu bir günde yanında gelmesi için kendisini ikna etmeye çalışmıştı.
Gittikçe seyrekleşen görüşmelerinde en iyi ihtimalle yıllar sonra alabileceği hayallerindeki arabanın fotoğraflarını birkaç ay sonra arkadaşında görünce beyhude çabasının ne kadar boş ve zavallıca olduğunu hissetti. Uzun zaman sonra ilk defa kendisine acıdı. Derinlerinde bir yerde her şeyin baştan sona yanlış olduğunu ve boşa kürek çektiğini duydu.
Gazeteyi katlarken arkadaşının teklifini geri çevirmeseydi hayatının nasıl bir yola evrileceğini düşündü. Renkli şeker kutusundan masaya dağılan rengarenk haplardan biraz daha toparladı. Hemen hemen bir avuç dolusu olmuştu. Terli avucundakileri ezmek istercesine parmaklarını sıkıca kenetledi. Yumrukları sıkılı şekilde ayağa kalktı.
Sandalyesinden çıkan sesin beklenmedik davetiyle kütüphanede çalışan öğrencilerin hemen hemen hepsinin bakışı üzerine çevrilmişti. İvedi işleyen çarklar susmuş ders çalışanlar, kitap seçenler, ıslak saçlarıyla sırasını bekleyenler hatta abus suratlı görevli memur bile gözlüklerinin üzerinden yumruğu havada ayakta durmakta zorlanan gence bakıyordu.
Yumruğunu inatla daha da havaya kaldırdı. Gözlerini açmakta zorlanıyor masadan destek aldığı diğer eliyle düşmemek için çaba gösteriyordu. Yumruk yaptığı avucunu yavaşça ağzına götürdü. Kırılıp ezilen renkleri birbirine karışıp yapış yapış olan bir avuç hapı yuttu. Herkes aynen bir kütüphaneye yaraşır şekilde sessiz ve tepkisizce çocuğu izliyordu. Yutmaya zorlandığı ağzına iki yudum daha su aldı. İs düşen kararmış gözlerini ovaladı. Ovalamasıyla birlikte de dengesini kaybederek önce masaya sonrasında yere kapaklandı. Sertçe çarptığı kafasından sıçrayan kanlar kitapların açık sayfalarına sıçramıştı. Açık ama görmeyen gözleri tavana dikili kütüphanedeki feryat ve çığlıkları ne görüyor ne de duyuyordu.